Meditasyon Gerçekten Yaşlanmayı Yavaşlatabilir mi?

(Shutterstock*)

Meditasyon’un manevi kısmında gerçek bir bilim var mı? Nobel Ödülü sahibi Elizabeth Blackburn var olduğunu düşünüyor.

Kaliforniya Santa Monica plajında saat sabahın yedisi. Yeni doğan güneş dalgaların yüzeyinde parıldıyor ve bulutlar hala şafak vaktinin altın renginde. Manzara binlerce kilometrelik Pasifik Okyanusunun üzerine uzanıyor. Uzakta, zengin Los Angeles sakinlerinin beyaz villaları Hollywood tepelerini işaret ediyor. Kıyıda çulluklar ve balıkçıl kuşları, nemli kumların üzerinde kümeleniyor. Su kenarından birkaç metre ileride, bir avuç dolusu insan bacakları çaprazlanmış, bağdaş kurmuş oturuyor: yerel bir Budist merkezinin üyeleri bir saat sürecek sessiz bir meditasyona başlamak üzere.

Bu tür manevi uygulamalar, moleküler süreçlere ve tekrarlanabilir sonuçlara odaklanmış haldeki biyomedikal araştırmalardan çok uzak bir dünya gibi görünebilir. Yine de San Francisco Kaliforniya Üniversitesi’nde (UCSF), Nobel Ödülü sahibi bir biyokimyacı tarafından yönetilen bir ekip, çok az sayıda temel bilim insanının girmeye cesaret edeceği bir araştırma konusuna doğru ilerliyor. Batı biyokimya dünyası, geleneksel olarak kişisel deneyim ve duyguların fiziksel sağlığa etkisi üzerinde çalışmaktan uzak durmasına rağmen, bu bilim adamları ruhsal sağlığı çalışmalarının merkezine yerleştiriyorlar. Onlar, meditasyonun – Doğu geleneklerinde uzun yıllardır iddia edildiği gibi – yaşlanmayı yavaşlattığını ve yaşamı uzatabileceğini savunan ciddi çalışmalarda bulunuyorlar.

§

Hayatın anlamının ne olduğu konusu Elizabeth Blackburn’u her zaman büyüledi. 1948’de doğdu. Avustralya Tazmanya’da deniz kenarındaki ücra bir kasabada, bahçeden karınca ve plajdan denizanası toplayarak büyüdü. Bilim kariyerine başladığında, canlı sistemlerini moleküler düzeyde inceleme yolunu seçti. Biyokimyanın çekimine kapıldığını söylüyor. Çünkü biyokimya bir sürecin “mümkün olan en küçük alt birimi hakkında derin bilgiler vererek” eksiksiz ve kusursuz bir şekilde anlaşılmasını sağlıyordu.

1970’lerde Yale’de biyolog Joe Gall’le birlikte çalışan Blackburn, Tetrahymena (onun tanımıyla “gölet köpüğü”) adlı bir tek hücreli tatlı su canlısının kromozom uçlarını sıraladı ve koruyucu bir kapak işlevi gören, tekrarlayan bir DNA motifi keşfetti. Telomerler olarak adlandırılan bu kapaklar daha sonra insan kromozomlarında da bulundu. Hücrelerimizin bölünüp DNA’nın kopyalandığı her seferinde bu kapaklar kromozomlarımızın uçlarını korurlar, ancak her bölünmeyle birlikte yıpranırlar. 1980’lerde, Berkeley’deki California Üniversitesinde doktora öğrencisi Carol Greider ile birlikte çalışan Blackburn, telomerleri koruyabilen ve yeniden yapılandırabilen telomeraz adlı bir enzimi keşfetti. Ne yaparsak yapalım, telomerlerimiz zamanla küçülür. Çok kısaldıklarında, hücrelerimiz işlevlerini yitirmeye başlar ve bölünme kabiliyetlerini kaybeder – bu, günümüzde yaşlanmada önemli bir süreç olarak kabul edilen bir olaydır. Bu çalışma sonuçta Blackburn’e Fizyoloji veya Tıp alanında 2009 Nobel Ödülünü kazandırdı.

2000 yılında gelen bir ziyaretçi, araştırmasının gidişatını değiştirdi. Ziyaretçi, doktora sonrası eğitimi için UCSF’nin psikiyatri bölümünden gelen Elissa Epel idi. Psikiyatristlerle biyokimyacıların genellikle konuşacak ortak bir konuları olmaz. Ama Epel kronik stresin vücuda verdiği zararları araştırıyordu ve bu konuda sıra dışı bir fikri vardı.

Şimdi UCSF’de Yaşlanma, Metabolizma ve Duygu Merkezi’nin yöneticisi olan Epel uzun zamandır, aklın ve bedenin nasıl bağlantı kurduğunu araştırıyor. Ayrıca 1930’larda uzun süreli strese maruz kalan farelerin nasıl kronik hastalıklara tutulduklarını ilk olarak açıklayarak çığır açan biyolog Hans Selye ve bütüncül sağlık bilgesi Deepak Chopra’dan etkilenmiştir. Selye, “Her stres silinmez bir iz bırakır ve organizma stresli bir durumun ardından biraz daha yaşlı hale gelerek, hayatta kalmasının bedelini öder” diyor.

2000’de Epel bu izi bulmak istedi. “Hücrelerin derinliklerine baktığımızda stres ve günlük yaşamın oluşturduğu yıpranma ve parçalanmayı ölçebileceğimiz fikri beni etkilemişti” diyor. Blackburn’un yaşlanma ile ilgili çalışmalarını okuduktan sonra telomerlerin bu fikre uyup uymayacağını merak etti.

Böyle üst düzey bir bilim insanına yaklaşırken biraz çekinen, o zamanlar doktora sonrası araştırma yapan Epel,  aklına gelebilecek en stresli durumlardan birini yaşayan – kronik hastalığı olan bir bebek taşıyan – anneler hakkında bir çalışma yapmak için, Blackburn’dan yardım istedi. Epel’in planı kadınlara ne kadar stresli hissettiklerini sormak, sonra kendi zihinsel durumları ile telomerlerinin durumu arasındaki ilişkiyi araştırmaktı. Utah Üniversitesindeki proje ortakları telomer uzunluğunu ölçerken, Blackburn’un ekibi telomeraz düzeylerini ölçecekti.

Blackburn araştırmasının bu noktasına kadar laboratuvarda mükemmel koşullarda, hassas bir şekilde kontrol edilen deneyler yapmıştı. Öte yandan Epel’in çalışması, gerçek, karmaşık hayatlar yaşayan, gerçek, karmaşık insanlarla ilgiliydi. Blackburn, “endişelenmeme neden olacak kadar farklı bir dünyaydı” diyor. İlk başta, stres ile telomerler arasında anlamlı bir bağlantı görmenin mümkün olabileceğine, şüpheyle yaklaştı. Genler, telomer uzunluğunu belirleyen en önemli faktör olarak görülüyordu ve psikolojik etkileri ayrı tutarak çevresel etkilerin ölçülmesinin mümkün olduğu fikri son derece tartışmalıydı. Ama bir anne olarak Blackburn, bu stresli kadınların durumunu araştırma fikrine kendini kaptırdı. O günlerdeki yaklaşımını, “Sadece düşündüm, ne kadar ilginç,” diye anlatıyor. “Yardım edemezsen de, empati kurabilirsin.”

Sonunda 58 kadından kan örnekleri toplamaya hazır olmaları dört yıl sürdü. Bu küçük bir pilot çalışma olacaktı. Anlamlı bir sonuç elde etme şansını yükseltmek için, iki grup kadın seçildi: stresli anneler ve kontrol grubu – bunların benzer yaşlar, yaşam tarzları ve geçmişlere sahip olmaları, olabildiğince yakından eşleşmeleri gerekiyordu. Epel, bütün ayrıntıları titiz bir özenle ele aldı. Yine de Blackburn bu denemenin, bir fizibilite egzersizinden başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Taa ki Epel onu arayıp da “Buna inanmayacaksın” diyene kadar.

Sonuçlar berraktı. Anneler ne kadar çok stresli olduğunu söyledilerse, telomerleri o kadar kısa ve telomeraz düzeyleri o kadar düşüktü.

Çalışmada incelenen en çok yıpranmış kadınlarda telomeraz düzeyleri yarıya inerken, telomerleri en az stresli olanlara kıyasla on yıl veya daha fazla yaşlanmaya karşılık geliyordu. “Çok heyecanlandım” diyor Blackburn. O ve Epel, hücrelerin içindeki moleküler mekanikle gerçek hayatlar ve deneyimler arasındaki bağlantıyı keşfetmişti. Bu buluş stresli hissetmenin sadece sağlığımıza zarar vermediğinin – kelimenin tam anlamıyla bizi yaşlandırdığının ilk göstergesiydi.

§

Beklenmedik keşifler doğal olarak kuşkuculuğu uyandırır. Blackburn ve Epel başlangıçta sınırları zorlayan makalelerini yayınlamak için mücadele ettiler. “Science (dünyanın önde gelen bilimsel dergilerinden biri) makaleyi yeterince hızlı kabul etmezdi” diyor Blackburn.

Makale nihayet 2004 yılının Aralık ayında Ulusal Bilimler Akademisi Bildiriler Kitabı’nda yayınlandığı zaman, basında geniş bir yankı buldu ve övgüler aldı. Stanford Üniversitesi’nde stres araştırmalarının öncülerinden biri ve “Zebralar Neden Ülser Olmaz” isimli çok satan kitabın yazarı olan Robert Sapolsky, işbirliğini “disiplinler arasındaki çok geniş bir vadi boyunca bir sıçrama” olarak nitelendirdi. Los Angeles California Üniversitesi’ndeki Psiko-nöro-immünoloji Cousins Merkezi müdürü Mike Irwin, Epel’in Blackburn’u aramasının büyük cesaret gerektirdiğini söylüyor. “Ve Liz [Blackburn] için de evet demek çok büyük cesaret.”

İlk başta telomer araştırmacılarının birçoğu konuya ihtiyatlı yaklaştı. Çalışma kapsamının küçük olduğunu ve kullanılan telomer uzunluk testinin doğruluğunu sorguladıklarını belirttiler. Epel, “Bu, o zamanlar bazı insanların gözünde oldukça riskli bir fikirdi” diye açıklıyor. “Herkes çok farklı telomer uzunlukları ile doğar. Psikolojik ya da davranışsal olan, genetik olmayan bir şeyleri telomerlerimizin uzunluğuna bakarak ölçebileceğimizi düşünebilir miyiz? Bu gerçekten, bu alanın on yıl önce olduğu yerden anlaşılabilecek bir şey değil.”

Makale, bir araştırma patlaması başlattı. Araştırmacılar bu tarihten sonraki çalışmalarla, Alzheimer hasta bakıcıları, aile içi istismar ve küçük yaşta travma mağdurları, majör depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu olan kişilerde algılanan stresle, sağlıklı kadınlardan daha kısa olan telomer uzunluğu arasında bağlantı kurdular. Johns Hopkins Tıp Fakültesi’nde telomer bozukluklarını araştıran bir klinik uzmanı ve genetikçi olan Mary Armanios “On yıl boyunca, çevre koşullarının telomer uzunluğu üzerinde bir etkiye sahip olup olmadığı hiç sorgulanmadı” diyor.

Ayrıca başka bir mekanizmaya doğru da bir gelişme vardır. Laboratuvar çalışmaları, stres hormonu kortizolün telomeraz aktivitesini azalttığını gösterirken, oksidatif stres ve inflamasyon (psikolojik stresin fizyolojik etkisi) telomerleri doğrudan aşındırıyor gibi görünmektedir.

Bunun sağlığımız için yıkıcı sonuçları var gibi görünüyor. Osteoartrit, diyabet ve obeziteden kalp hastalığı, Alzheimer ve felce kadar yaşla ilgili sorunlar, kısa telomerlerle ilişkilendirilmiştir.

Günümüzde araştırmacılar için asıl soru şudur: telomerler yaşa bağlı hasarın (gri saçlar gibi) zararsız bir göstergesi midir yoksa yaşlandıkça başımıza bela olan sağlık sorunlarına neden olan bir rolleri mi vardır? Telomeraz enzimini etkileyen genetik mutasyonları olan, normalden daha kısa telomerlere sahip olan kişiler, hızlı yaşlanma sendromlarından muzdariptir ve organları giderek işlevlerini yitirir. Ancak Armanios özellikle de telomer uzunlukları ilk başta çok değişken olduğu için, telomer uzunluğunda stresin neden olduğu küçük azalmaların sağlıkla ilgili olup olmadığını sorgulamaktadır.

Ancak Blackburn, stres etkilerinin önemli olduğuna inancının giderek arttığını söylüyor. Genetik mutasyonların telomerlerin korunması üzerindeki etkisi Armanios’un üzerinde çalıştığı aşırı sendromlara göre daha düşük olsa da, Blackburn genetik mutasyonların yaşamın ilerleyen dönemlerinde kronik hastalık riskini artırdıklarına işaret etmektedir. Ve çok sayıda çalışmaya göre telomerler gelecekteki sağlık durumumuzu göstermektedir. Çalışmalardan biri yaşlı erkeklerden telomerleri iki buçuk yıl boyunca kısalmış olanların, telomerleri aynı uzunlukta kalmış veya uzamış olanlara oranla, sonraki dokuz yıl içinde kardiyovasküler hastalıktan ölme olasılığının üç katı olduğunu gösterdi. Başka bir çalışmada vücut kitle indeksi ve açlık şekeri gibi alışılagelmiş risk faktörleri de hesaba katılarak 2.000’den fazla sağlıklı Amerikalı incelenmiş, en kısa telomerlere sahip olanların, gelecek beş buçuk yıl boyunca diyabet geliştirme olasılığının diğerlerinin iki katından fazla olduğu görülmüştür.

Blackburn artık 100.000 kişinin telomerlerini ölçmekle meşgul olan Kuzey Kaliforniya’nın sağlık devi Kaiser Permanente ile işbirliği de dâhil olmak üzere daha büyük çalışmalara geçiyor. Araştırmalardaki beklenti, telomer uzunluğu, gönüllülerin genomları ve elektronik tıbbi kayıtlardan elde edilen verilerle birleştirildiğinde, telomer uzunluğu ve hastalıklar arasında yeni bağlantılar ve telomer uzunluğunu etkileyen daha fazla genetik mutasyonların ortaya çıkarılmasıdır. Sonuçlar henüz yayınlanmadı, ancak Blackburn, verilerin uzun ömürlülükle ilgili gösterdikleri konusunda oldukça heyecanlı. Parmağıyla havada bir eğri çizerek açıklıyor: nüfus yaşlandıkça ortalama telomer uzunluğu düşer. Bu kadarını biliyoruz; telomerler zaman geçtikçe kısalmaya eğilimli. Ancak, 75-80 yaşlarında, daha kısa telomerlere sahip insanların ölmesi ile eğri geri dönüyor – bu da uzun telomere sahip olan insanların gerçekten daha uzun yaşadığını ispatlar. “Çok hoş” diyor. “Hiç kimse bunu görmemişti.”

Blackburn ve Epel’in orijinal çalışmasından bu yana geçen on yılda, stresin telomerlerimizi aşındırarak bizi yaşlandırdığı fikri popüler kültüre de nüfuz etmiştir. Blackburn kazandığı birçok bilimsel övgüye ilaveten, 2007’de Time dergisi tarafından “Dünyanın en etkili 100 insanından” biri olarak seçildi ve 2011’de Good Housekeeping başarı ödülü aldı. 2006 Hollywood filmi olan The Holiday’de Cameron Diaz’ın oynadığı bir işkolik karakter, bu fikri anlatmaktadır. “Yankılanıyor” diyor Blackburn.

Ancak, azalan telomerlerin birikerek neden olduğu hasarın tanığı olarak, yeni bir soru soruyor: bunları nasıl önleyebiliriz?

İlk başta, plaj hareketli görünüyor. Dalgalar sürekli kıyıya çarpıp sıçrıyor. Kumsalda ak kumkuşunun izleri var. Koşanlar ve köpek gezdirenler gelip geçerken, pelikan grupları kanat açana ya da gözden kaybolana kadar su üzerinde duruyorlar. Gökyüzünde siyah siluet halinde görünen bir sörfçü, 20 dakika kadar süzülüyor, gitmeden önce sahile doğru yaklaşan tuhaf bir dalga yakalıyor. Değişmeyen bakış açısı, ilginç bir tarafsızlık hissi veriyor. Kuşların ve koşucuların ve sörfçülerin düşüncelere benzediğini hayal edebilirsiniz: onlar farklı biçimlerde ve zamanlarda ortaya çıkarlar ama sonunda, hepsi geçer.

Meditasyon yapmanın yüzlerce yolu var ama bu sabah, şu anda yaşadıklarımıza odaklanmaya dayalı açık izleme denen bir Budist farkındalık meditasyonunu deniyorum. Dik olarak oturun ve bütün düşünceleri – onları yargılamadan veya onlara tepki vermeden – gitmelerine izin vermeden önce basitçe fark edin. Budistler için bu bir manevi arayıştır; önemsiz düşünceler ve dış etkilerin gelip geçmesine izin vererek, hakikatin gerçek doğasına yaklaşmayı umarlar.

Blackburn de hakikatin doğasıyla oldukça ilgilidir, ancak ölçülebilir ve hesaplanabilir olana odaklanarak geçen bir kariyerden sonra bu türden bir göksel bakış, başlangıçta pek cazip gelmedi. Bu konuya karşı merakı kesinlikle hiçbir profesyonel ilgiye dayanmıyordu. 2007’de New York Times’a “On yıl önce eğer bana ciddi olarak meditasyon hakkında düşüneceğimi söyleseydiniz, ikimizden birinin aklını kaçırdığını söylerdim,” dedi. Yine de telomerler üzerindeki çalışmasının onu getirdiği yer burası. Epel ile yaptığı ilk çalışmasından bu yana, birlikte dünyanın dört bir yanındaki takımlarla işbirliği içinde yer aldılar – Blackburn  “harika yönlerde” gelişen 50 ya da 60 kadar ortaklıkta yer aldıklarını tahmin ediyor. Bunların birçoğu telomerleri stres etkisinden koruma yöntemlerine odaklıdır; deneyler, egzersiz, sağlıklı beslenme ve sosyal yardımlaşmanın bu konuda yardımcı olduğunu ileri sürmektedir. Fakat en etkili yöntemlerden biri, bariz şekilde telomerlerin aşınmasını yavaşlatma – ve hatta belki de onları tekrar uzatma – kabiliyeti olan yöntem, meditasyondur.

Şimdiye kadar yapılmış çalışmalar azdır; fakat hepsi pratik olarak aynı yönü işaret etmektedir. İddialı bir projede Blackburn ve arkadaşları, katılımcıları meditasyon yapmaları için Colorado’nun kuzeyindeki Shambhala dağında rehabilitasyon alanına gönderdi. Üç aylık bir ders dönemini tamamlayanların, bekleme listesindeki benzer gruba göre yüzde 30 daha yüksek telomeraz düzeyine sahip oldukları görüldü. UCLA’dan Irwin ile yürüttüğü, demans hasta bakıcıları üzerinde yapılan ve 2013 yılında yayınlanan bir pilot çalışmada, 8 hafta boyunca günde 12 dakika, Kirtan Kriya denilen antik bir şarkı meditasyonu yapan gönüllülerin, dinlendirici bir müzik dinleyen kontrol grubundan daha yüksek telomeraz aktivitesi olduğu bulundu.

Son çalışmalarında, Epel ve Blackburn, yarısı otizmli çocuk sahibi olan 180 anneyi takip ediyor. Deneysel çalışmada, kadınların stres seviyeleri ve telomer uzunluğu iki yıl boyunca ölçülecek ve daha sonra bir mobil uygulamanın yardımıyla sunulan kısa bir zihni boşaltma eğitiminin etkileri test edilecek.

Teoriler meditasyonun telomer ve telomerazı nasıl artırabileceği üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak meditasyon büyük olasılıkla stresi azaltmaktadır. Uygulama yavaş yavaş, düzenli nefes almayı içeriyor, bu da dövüş-ya da-kaç refleksini yatıştırarak fiziksel olarak rahatlatabiliyor. Muhtemelen psikolojik stres kırıcı etkiye de sahiptir. Olumsuz ya da stresli düşüncelerden geri adım atabildiğimizde, yaşadıklarımızın gerçekliği doğru bir şekilde yansıtmadığını, geçici olaylar olduğunu fark ederiz. Meditasyon ayrıca sürekli olarak geçmiş hakkında üzülmek veya geleceği planlamak yerine, şimdiki zamana şükretmemize yardımcı olur.

Epel, “Faaliyetlerinizde ve etkileşimlerinizde anı yaşamak çok değerlidir ve bu günlerdeki yoğun tempolu hayatta bunu yapabilen nadirdir” diyor. “Genel olarak, özellikle insanların çok stresli olduğu dönemlerde dikkatleri dağınık olan bir toplumda yaşadığımızı ve insanların nerede olurlarsa olsunlar anı yaşamaları için gerekli kaynaklara sahip olmadıklarını düşünüyorum.”

 

Yeni bilim sınırlarını keşfetmeye devam etmek için websitemizi ve Facebook’daki Epoch Times Türkiye sayfasını ziyaret edin!

Epoch Times, mevcut bilgilerimize meydan okuyan olaylar ve teoriler ile ilgili araştırmaları ve söylentileri araştırıyor. Biz, hayal gücümüzü canlandıracak ve yeni olanaklar yaratacak fikirleri araştırıyoruz. Facebook sayfamızdan, bazen tartışmalı da olabilen konular hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşın.

Haberi yazan: Jo Marchant, Epoch Times

Çeviren: Hatice Atmaca, Epoch Times Türkiye

Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.