İş İnsanı Güler İkinci Kitabı ile Tekrar Okurlarının Karşısında  

İş İnsanı Gözüyle Ekonomi Demokrasi Siyaset kitabının yazarı olan Türkiye’deki SİAD hareketinin önemli isimlerinden iş insanı Mustafa Güler’in ikinci kitabı Mersin’den Türkiye’ye Notlar raflarda yerini aldı. İlk kitabında Cumhuriyet dönemimiz ile ilgili ekonomi-siyaset-demokrasi üzerinden tarihsel bir okuma yapan Güler ikinci kitabı Mersin’den Türkiye’ye Notlar’da bu sefer mevcut sorunlara yine bir iş insanının gözünden pratik çözüm önerileri getiriyor. Birinci kitabında makro bir bakış açısıyla olayları ele alırken bu sefer olayları mikro düzeyde ele alıyor. İkinci kitabı Mersin’den Türkiye’ye Notlar ile ilgili yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz.

Soru: İlk kitabınız İş İnsanı Gözüyle Ekonomi Demokrasi Siyaset okurları tarafından oldukça beğenildi ve Cumhuriyet tarihine yönelik olarak önemli bir araştırma ve eleştiri olarak değerlendirildi. Şimdi ikinci kitabınız Mersin’den Türkiye’ye Notlar  yayınlandı. Bu kitabın ortaya çıkışını ve  hikayesini okurlarınız için biraz anlatır mısınız?

Güler: Birinci kitapta genel anlamıyla siyaset, ekonomi ve demokrasi arasındaki ilişkiyi Türkiye’nin 100 yıllık tarihi üzerinden anlatmaya çalışmıştım. Bu ikinci kitapta ise spesifik konular üzerinden; sektör ve sorunlar bazında; tarım, turizm, lojistik, liman vb. sorunlar bazında; spesifik olaylar üzerinden tartışarak bunların bugüne kadar neden olmadığını, neden olması gerektiğini, buna rağmen neden bugüne kadar olamadıklarının üzerine tartışma açarak deşmeye çalıştım. Bu kitap bu bağlamda birinci kitapla çok bağlantılıdır.

Soru: Hep bunu vurguluyorsunuz; ekonomi, demokrasi ve siyaset ilişkisi. İlk kitapta da, ikinci kitapta da… Siz bu konuyu yıllardır hem kitabınızla hem de her platformda yaptığınız konuşmalar ile anlatmaya çalışıyorsunuz. Günümüzde bu konunun tüm ulusal kanallarda ve platformlarda tartışıldığını ve öngörülerinizin gerçekleştiğini görüyoruz. Bu ilişkinin öneminden tekrar biraz bahseder misiniz?

Güler: Bizim sık sık vurguladığımız ekonomi ile demokrasi arasında ayrılmaz bir ikili ilişki vardır. Bunlar tavuk yumurta misali birbirini üreten süreçlerdir. Yani demokrasi olmadan ekonomi büyümüyor. Çünkü yargı bağımsızlığı dediğimiz hukukun üstünlüğü tüm iş insanlarının, insanların güvencesidir. Çünkü bu anlamda adım atan her insan bir risk alıyor. Ticaret özellikle bunu çok gerektiren, yargının bağımsızlığına çok ihtiyaç duyan bir alandır. Kendi evindeki parasını, malını alıp bir başkasına transfer ederken bunun geri dönüp dönmemesi meselesi meçhuldür. Ancak bunun garantisi hukuktur, yargıdır, yargının bağımsızlığıdır. İlişki bunun üzerine kuruludur.

Uluslararası ilişkide de yargının ne hâlde olduğu, bağımsız olup olmadığı meselesi üzerine tartışarak ticari ilişkiler gelişir. Kalkıp da bugün hiçbirimiz İran’la bir ticari ilişki kurmakta  gönüllü davranmayız veyahut da Suudi Arabistan’la bir ilişki kurmayız. Bunların her ikisi de  petrol, doğal gaz yönünden zengin, alım güçleri yüksek olmalarına rağmen buradaki yargı bağımsızlığının tartışılır olması, buranın ticaretinin önündeki en büyük engeldir. Yani bir sorun doğduğu zaman gittiğimizde bizim hakkımızı, hukukumuzu koruyan bir yargı sistemi var mı, yok mu meselesine bakarız.

Bu anlamıyla yargı, yurttaşla yurttaş arasında ve devletle yurttaş arasındaki ilişkinin düzenleyicisi, temel güvencesidir. Bu olmadan ne bireyin bireyle ilişkisi oturur, ne de kişinin devletle olan ilişkilerinde yurttaşın güvencesi olur. Bu anlamıyla hukuk temel bir vazgeçilmezdir.

Şimdi buna sahip olmayan ülkeler ne ulusal ekonomiyi büyütebilirler, ne uluslararası ilişkiye girebilirler. İşte Türkiye’deki temel sorun budur. Cumhuriyet’in üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen gelişmekte olan ülke konumundan çıkamadık bir türlü. Çıkamamızın en önemli sorunu bu kuvvetler ayrılığı denen güçler ayrılığının, yani yasama, yürütme ve yargının bağımsız hareket edememesidir. Demokrasinin anahtarı buradadır. Bunu gerçekleştirmediğiniz sürece de otokrasi çıkar ortaya.

Yani, yargının hükmünün söndürüldüğü yerde tek kişinin veyahut da bir kurumun hükümranlığı, söz sahibi olduğu mutlak monarşiye varan bir devlet modeli ortaya çıkar ki bu yurttaş güvencesinin veyahut da tacirin güvencesini tehdit eden önemli bir olaydır. Bu anlamıyla işte  yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü olmadan ekonomi büyümez. Çünkü güvenin olmadığı bir ortamda yatırım olmaz.

İşte bugün hukukun üstünlüğü tartışılır hale geldikten sonra yerel sermayemizin çok önemli bir bölümü yurt dışına kaçmaktadır. Bugün pek çok insanımız yurt dışından gayri-menkul satın almaktadır. Türkiye’de konut sektörü krizdeyken bugün 2025 yılının sadece şu 4 ayı içerisinde yabancı konuta yapılan yatırım 13 milyar dolar. Bu Türkiye’den transfer edilen para, olağanüstü bir paradır. Bunun temel nedeni yurt içindeki tacirlerin geleceğe ilişkin duyduğu kaygılar karşısında  demokrasinin olduğu ülkelerde kendine güvence arama meselesidir. Böylesine güçlü sermaye transferleri ekonominin küçülmesine, ülkenin yoksullaşmasına ve işsizliğin büyümesine neden oluyor.

Bunun için deriz ki, demokrasi olmadan istenen toplum refahını sağlayacak ekonomik büyüme olmaz, yatırım olmaz; her şey minimum seviyede yürür, altlarda yürür. Ekonomi büyümedikçe de demokrasi yerleşmez. Yani insanların demokratik olarak bir takım hak ve özgürlüklerini kullanması ancak bir ekonomik güce eriştikten sonra ve birey kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra başlar. Mesela anayasada yazılı; seyahat özgürlüğü vardır ama vatandaşın parası yoksa bu özgürlüğü gerçekleştirme şansı yok.  İşte eğitim hakkı var ama vatandaş mevcut koşullarda belli bir ekonomik güçle bu eğitim hakkını gerçekleştirebilir.

Soru: Bu kitabınızda Mersin ve Türkiye’nin belli başlı sorunları ile ilgili tespitler yapıp çözüm önerileri getiriyorsunuz. Mersin Sanayici ve İş İnsanları Derneği Başkanlığı yapmış bir iş insanı olarak pek çok sektörel bazlı sorunlara da değiniyorsunuz. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Güler: Evet, Mesela kitaptaki bir makalede Mersin’deki turizm bölgesinin yatırımı ile ilgili söylemedik söz kalmadı diyoruz.  Bugünkü Cumhurbaşkanımızın 2004 yılındaki turizm sezonunu açarken yaptığı konuşmasında  Tarsus Kıyı Kesim Projesi’nin 2004’de yatırıma açılacağını, 2007’de de turizme açılacağını söylemişti. Yıl 2025 halen kazma vurulmamış. Yani siyaset bu anlamda ekonomik yatırımların,  turizm yatırımlarının önünü açacak adımlar atmazsa biz burada işsizliği çok ciddi biçimde yaşıyoruz, yaşayacağız. Yani Türkiye’de işsizliğin en yüksek olduğu ikinci il sıralamasındayız.  Halbuki turizm işsizliği azaltan çok önemli bir sektördür. Bu bağlamda kitapta turizmin Mersin için önemini anlatmaya çalıştım. 

Lojistik sektörünü de  ana konteyner limanı üzerinden defalarca yazılar yazmak suretiyle  herkesin gözünün içine sokmaya çalışıyoruz. Lojistik meselesi Türkiye’nin temel sorunudur. 1 milyar dolar yatırım yapmakla en azından 10 milyar dolarlık bir değer ortaya koyuyorsunuz ve bu değer her yıl milyarlarca dolarlık gelir kazandırıyor.

Bunların yanında tarım da Mersin için çok önemli bir sektör. Tarımın da karşılaştığı sorunları ve bu sorunların çözümü için gerekli öneriler sunuyoruz.  Tanrının bize cömertçe verdiği bu doğanın etkili kullanılması konusunda siyasetin basiretsizliğini vurguluyoruz.

Soru: Kitaptaki diğer önemli başlıklar da sivil toplum ve yerel yönetimler.  Bir iş insanı olarak bu sorunların tespiti ve çözüm önerileri yanında bu sorunların çözümü konusunda sivil toplum ve yerel yönetimler ile ilgili anektodlarınız da var.

Güler: Kitapta bahsettiğimiz sorunların önemli bir bölümünü Mersin yerelinde MESİAD yoluyla tespit ettik ve bu sorunlara çözüm ürettik. Bu sorunları daha sonra Türkiye’nin bütün sanayici ve iş insanları derneklerini bir araya getirerek kurduğumuz TÜRKONFED’e taşıdık. Sorunları bu zemine taşımak ve Mersin’in sorunlarını  böyle bir sivil toplum zemininde tartışmak çok önemlidir. Bunu etkili biçimde kullanarak buna ilişkin olarak yazdığımız yazılar var. Bunun önem ve önceliğini anlatıyoruz.

Yerel yönetimler ise dinamik olarak  kentin ekonomik ve sosyal sorunlarının çözümü konusunda rol almazsa kent ilerlemez. Çünkü bu kentin en önemli kişisi, ögesi büyükşehirdir. Büyükşehirin rol alması lazım. Belediyelerin klasik hizmetlerden artık kurtulması lazım. Asfalt, kaldırımlar, çöp kaldırma gibi işlerle hala uğraşmak lazım ama ağırlıkla bunlarla uğraşmak yeni dönem belediyecilikle çok uyuşan bir durum değil. Evet. Yeni nesil belediyecilik diyoruz; yeni nesil belediyecilik kentin ekonomik potansiyelini yükseltilmesi konusunda rol alınması gereken bir modeldir.

Evet, bunlardan biri Tunceli Belediyesiydi. Orada sıra dışı bir prototip vardı; Komünist Başkan lakaplı Başkan Maçoğlu.Yerel yönetimlerde asıl mesele bu modeli anlamak, onu övmek değil. Başkanın yarattığı prototip Türkiye’ye örnek olabilecek bir prototipti. Türkiye yerel yönetimine örnek olacak bir prototipin Türkiye aktarılması, tanıtılması da gerekiyordu. Diğer konuların yanı sıra bunu anlatıp yerel yönetimdeki köklü değişimi işaret ettim.

Soru: Kitabın ismini ise Mersin’den Türkiye’ye Notlar. Bu aynı zamanda Mersin’den Türkiye’ye önemli mesajlar ileten bir kitap. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Güler: Bir bütün olarak  kitapta Mersin ve Türkiye’nin sorunlarına değindim. Mersin, yalnız Mersin değil. Mersin, Adana ve Osmaniye ile birlikte çok entegre, ekonomisi çok birbirine entegre edilmiş vaziyette. Sorunlar aslında bölge sorunları, Doğu Akdeniz’in sorunları çünkü burası ekonomik bir havzadır. Mesela tarımı tartışırken Adana’dan bağımsız olarak da tartışmak mümkün değil.

Sosyal olarak da bir prototiptir Mersin. Mersin çok kültürlülüğün bir arada yaşadığı, barış içinde yan yana iç içe yaşadığı örnek bir ildir. Türkiye sosyolojisine örnek olabilecek bir il olduğunu da anlatıyoruz burada. Yani Türkiye, Mersin olduğu zaman Türkiye başka bir Türkiye olacaktır. Türkiye Mersin olmalıdır. Mersin gibi yönetilmelidir. Herkes, her farklılık burada kendini özgürce ifade etmelidir. Ama kardeşçe, dostça birlikte yaşamalı ve birlikte üretebilmelidir. Bir dayanışma içerisinde hem kendi ekonomilerini üretebilmeli hem de il ekonomisine ve ülke ekonomisine geniş katkıda bulunabilmelidir.  Mersin’in bu özgünlüğünü de Türkiye’ye sunmak suretiyle  Türkiye Mersin olmalıdır diyoruz bu anlamıyla. Sosyolojik olarak da bir prototip örnek sunuyoruz buradan.

Oturup da bu suni gündem yaratan siyasetin bu ayrıştırıcı tavrından uzaklaşarak birleştirici tavrıyla hareket ettiği zaman bu ülkenin kalkınmasında nelerin olabileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Yani Türkiye Mersin olmalıdır. Mersin gibi yönetilmelidir. Mersin gibi yaşamalıdır. Kitabın adı da böylece anlamını bulmuş oluyor. Mersin’den Türkiye’ye notlar.

Soru: Peki  bundan sonraki çalışmalarınız Mustafa Bey, sırada ne var?

Güler: Sırada bu defa yine tarihle ilgili bir çalışma var. Çok özgün bir şey olacak. İnanıyorum ki Orta Çağ tarihini anlatan üçüncü kitap özellikle ses getirecektir. Çünkü bu çalışma Anadolu kültürünün köklerini araştırma konusu yapıyor ve bugün yaşadığımız sosyolojik  ayrışma ve kavganın nedenini ortadan kaldıracak ve birlikteliği yakalamak açısından çok önemli.   Orta Çağ tarihi dünya tarihi açısından da çok önemlidir.

Yani medeniyetlerin oluştuğu ve çözüldüğü bir dönemdir Orta Çağ. İki önemli semavi dinin doğduğu, yayıldığı dönemdir. Yani hem Hristiyanlığın da içinde doğduğu, yayıldığı, aynı zamanda Müslümanlığın da doğduğu, yayıldığı, büyüdüğü, geliştiği bir çağdır Orta Çağ. Bu anlamıyla dünyada  sosyal anlamıyla dünyanın en önemli çağlarından biridir.

Ortaçağı anlamadan bugün ülkemizin sosyal sorunlarını anlamakta sıkıntı yaşarız. Bu yüzden bir merakla döndüm buraya. Ortaçağ tarihinin derinliklerine girerek orada derya deniz bir kök olduğunu, kültürümüzün, tarihimizin köklerinin orada olduğunu görerek, onu günümüze taşıyarak yani sosyolojik olarak başladığı yerden nasıl evrilerek günümüze geldiğini  ele almaya çalıştım.

4-5 yıldır üzerinden çalışıyordum. Şimdi yazım bölümüne geçtim. Bu yıl içerisinde tamamlanacaktır. Bu da özgün bir kitap olacaktır. Okurların seveceklerini düşünüyorum.

Soru: Peki okurlarımıza son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Güler: Tarih bilinci oldukça değerlidir çünkü şu andaki sıkışmışlığımızın en önemli nedeni tarih bilincinin eksik olmasıdır. 5 yıl, 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl öncesine geri dönüp baktığımız zaman bugün yaşadıklarımızın çok şaşırtıcı olmadığını, tarihin bazı yerlerde tekerrür ettiğini göreceğiz.  Ayrıca okurlar o en karanlık dönemin de aydınlığa çıktığını görecekler. Bu yüzden okurlara çok da karamsarlığa kapılmamaları için bu tarih kitaplarına el atmalarını, zaman ayırmalarını öneririm.

Aslında siyaset de sosyoloji bilincinin, tarih bilincinin üste çıkarılmasına bağlıdır. Bu olmadığı için siyaset üretilemiyor. Tıkanmışlık yaşıyoruz. Yani iktidar açısından da, muhalefet açısından da bir tekrara düşülüyor. Bir bunalım içindeyiz. Herkes bunalım içerisinde. Olayları bir tarih bilinci içerisinde ele aldığımız zaman geleceğe ilişkin kaygılarımız azalacaktır. Çözüm üreteceğiz ve bu bunalımlardan çıkmak suretiyle toplum refahını sağlamanın anahtarını bulacağız.

Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.