Ahlak, Politika ve Yozlaşma, 2. Bölüm: Özgürlük mü, Kurbanlık mı?

Bilinmeyen sanatçı tarafından 1650-1660 dolaylarında “Bir Tövbe Alegorisi” veya “Vanitas”. Tuval üzerine yağlıboya. Pollok Evi, Glasgow. (Kamu Malı)

İrade özgürlüğü hepimizin bildiği bir şeydir; özgürce hareket ettiğimiz zamanla bir tür zorlama altında olduğumuz zaman arasındaki fark oldukça belirgindir. Özgürlüğü, en azından kendi acınası, köleleştirilmiş durumumuzu artık göremeyeceğimiz noktaya dek baskıtırılana kadar fark edebiliriz.


Bu iki bölümden oluşan makalenin 1. Kısmında, ahlak fikrinin nasıl güncel bir terimle yer değiştiriğ “kabul edilemez” hale geldiğini ve kötülük fikrinin de nasıl ortadan kaldırıldığını inceledik. Dahası, ahlakın yerini mağduriyet ve psikiyatri alıyor ve bunun temelinde özgürlüğe ve özellikle de irade özgürlüğüne yönelik köklü bir saldırı yatıyordu. 2. Bölümde özgürlüğü ve irade özgürlüğünü daha yakından inceliyoruz.


Özgürlük, nihayetinde, sevginin bir ifadesidir. Aşk için evlendiğimizde, milyonlarca olası seçenek arasından kendi rızamızla birini seçeriz ve kendimizi özgürce sınırlamaya adarız çünkü bu tür bir aşk garip bir şekilde bizi büyütür. (“En yakın akrabamızın” partnerimiz olması ilginçtir, çocuklarımız, ebeveynlerimiz veya kan bağımız olan diğer akrabalarımız değil; sevmeyi seçtiğimiz, yani özgürce sevmeyi seçtiğimiz yabancı.)

Mağduriyet Köleliği ve Özgürlük

Paolo Fiammingo tarafından 1592 dolaylarında “Erdemlerin Ahlaksızlıklara Karşı Zaferi”. Tuval üzerine yağlıboya. (Kamu Malı)

Yazar Theodore Dalrymple “Our Culture, or What’s Left of It” adlı eserinde, 1920’lerin en ünlü yazarlarından biri olan ve Nazi Almanyası’ndan kaçan pasifist ünlü yazar Stefan Zweig’in ”Toplumlarımızın entelektüel yaşamına damgasını vuran -cinsel, ırksal, sosyal, eşitlikçi- saplantılarının karmaşasını dehşetle seyrettiği”” gözleminde bulunmuştu. ; Bu talepler, daha önce belirttiğimiz aynı mağduriyet duygusundan, aynı determinizm duygusundan (toplumsal baskıların kurbanıyım, dolayısıyla eylemlerimden sorumlu değilim gibi) kaynaklanır ve gerçek özgürlüğün tam tersidir.


Dalrymple’ın işaret ettiği şey, tam olarak yazar Kenneth LaFave’in “Özgürlüğü medeniyetimizin merkezine koymanın tüm amacı siyaseti resmin dışında bırakmaktır” derken işaret ettiği şeydir. Aslında şu an tam tersi oluyor. Çünkü tam olarak bu noktada ”duyarlı” politikacılar halkın kişisel özgürlükleri için kendilerine biyat etmesini istiyorlar. (Açık olmak gerekirse, “duyarlı”-woke- terimi hem liberaller hem de muhafazakarlar tarafından eleştirel ırk teorisi, sosyal adalet ve toplumsal cinsiyet teorisi dahil olmak üzere bir dizi daha radikal ilerici ideolojiyi tanımlamak için kullanılır.)


Bunun en ikna edici kanıtı, kullandığımız zamirleri bile değiştirmemiz ve sadece onları değiştirmekle kalmayıp aynı zamanda gerçeği de çarpıtmaya başlamamız konusundaki ısrarlarının patlamasıdır: bir kadına “o”-she- değil, “onlar”-they- demek gibi kişisel özgürlük anlayışımız için daha istilacı ne olabilir? Kanadalı edebiyat eleştirmeni Northrop Frye’ın dediği gibi, “gerçek özgürlük yalnızca bireysel olarak deneyimlenebilecek bir şeydir.”


Başka bir ısrar da, başkalarının “nazik olması” ve bize savunmasızlıklarımızı – mağduriyetimizi – kabul etme ve hatta bunları ortalıkta göstermeye başlama özgürlüğü vermesidir. Ancak bu gerçekten ahlaki bir konum değildir, çünkü paradoksal olarak, bu tür bir “özgürlük”, elbette, amaçladığı şeyin tersi olan, amaçlanmamış bir sonuca sahiptir. Yani bizi özgürleştirmek yerine kısıtlar; çünkü Anglo-İrlandalı filozof Edmund Burke’ün akıllıca işaret ettiği gibi: “ebedi varoluşunun yapısı gereği, ölçüsüz zihinlere sahip insanlar özgür olamayacacaklardır.”


“Ölçüsüz zihin”, daha önce “saplantıların karmaşası” olarak adlandırdığımız şeydir. Yani, mağduriyetimizin ve bu kadar özenle ve bağlılıkla taptığımız saplantılarımızın kölesi oluyoruz; ve idoller derken, yukarıda ima edilen cinsel, ırksal, sosyal ve eşitlikçi saplantıları kastediyorum.

Mantık Dayanağımız Olamaz

Paolo Veronese tarafından 1581 dolaylarında “Kötülük ve Erdem Arasında Genç Adam”. Tuval üzerine yağlıboya. Prado Müzesi, Madrid. (Kamu Malı)

Notre Dame Üniversitesi profesörü Mark William Roche’un “21st Yüzyılda Edebiyat Neden Önemlidir” adlı kitabında, “Ahlak, diğerleri gibi örneğin sanat, bilim, din, ticaret, politika vb. gibi alt sistemlerden biri değildir. Aksine ahlak, tüm insan uğraşları için yol gösterici ilkedir.” demiştir.


Ahlakın her zaman tüm insan uğraşları için yol gösterici ilke olduğunu vurgulamak önemlidir. Dinlerimiz gibi temel konularda fikir ayrılığına düşebiliriz -felsefe ve teolojide derin anlaşmazlıklar olabilir- ama davranış ve davranışlarımıza rehberlik eden ahlak konusundaki esaslar üzerinde anlaşmazlığa düşmemeliyiz. Seni öldürmemeli, senden çalmamalı, aleyhine yalan ve iftirada bulunmamalı veya eşinle bir ilişkiye teşebbüs etmemeliyim; gerçekten de bunlardan herhangi birini yapsaydım, dinimin temel ilkelerini inkar etmiş olurdum. Tüm büyük dinler bu ilkeleri öğretir ve ben özünde ahlaksız bir insan olurum.


Ancak bugünün neredeyse tüm Batılı politikacıların ve onların etik kurullarının duymak istediği şey bu değil; onlar farklı bir anlayış taşıyor. Ahlakı mantık yoluyla sağlamaya çalışırlar, çünkü eğer bu bir mantık sorunuysa, o zaman bu insan zihninin sınırlarını aşan, bahşedilmiş bir gerçeklik olmaktan çıkar. Tartışılabilir, değiştirilebilir ve politikacıların bağlı hissettikleri herhangi bir siyasi gündem aracılığıyla kontrolü ele almalarına izin verir.

Thomas Rowlandson’ın 1809 tarihli “Cehennem Kayboldu veya Şeytan Sevgili Melekler Arasında Ödeyecek”. Serbest el, renkli gravür. Metropolitan Sanat Müzesi, New York. (Kamu Malı)

Yine de Amerikalı klasikçi Allan Bloom bunu çok net bir şekilde ortaya koydu. “Akıl değerleri tesis edemez ve bunu yapabileceğine olan inancı ise en aptalca ve en zararlı yanılsamadır.” Polonyalı fikir tarihçisi Leszek Kolakowski, “Religion” adlı kitabında, bu modern ”mantığa güven” değerini “Prometheus ateizmi” olarak adlandırdı.


Promethean ateizminin temel mesajı şudur: “İnsanın bireysel yaratıcılığının sınırı yoktur, kötülük ve ıstırap koşulludur, hayat sonsuz derecede yaratıcıdır, hiçbir şey -ahlaki ya da entelektüel olarak- sırf tarih boyunca geçerli olduğu için- geçerli değildir, gelenekte hiçbir otorite yoktur. İnsan zihninin herhangi bir vahiye veya dışarıdan herhangi bir öğretiye ihtiyacı yoktur, Tanrı kendine zulmeden ve aklını boğan insandan başka bir şey değildir.”


Özünde, ne istersen olabilirsin ve geleneksel ahlakın canı cehenneme. Yine Theodore Dalrymple: “Eski ahlaki içgörülere inatla tutunandan daha küçümsenecek kim olabilir?”demiştir.


Yüz yıl önce, yazar ve kahin olan GK Chesterton, Katolik yazar Joseph Pearce’ın biyografisinde şunları yazarken tüm bunları öngörmüş:
“Son yüz yıldır şüphecinin işi gerçekten de ilkel bir canavarın sonuçsuz öfkesine çok benziyor; gözsüz, akılsız, sadece yıkıcı ve yutucu; çalışırken tükenip giden dev bir solucan; kendi yaptıklarının sonuçlarının bilincinde olmayan, onları göremeyen cahil ve hayvani bir yaşam… Ama insanla hayvan arasında ya da aslında herhangi bir şey ile başka herhangi bir şey arasında fark olmadığını söylemek – bu, tüm deneyimi ve gerçeklik duygusunu yok etmeye yönelik umutsuz bir çabadır; ve en son modası sona erdiğinde, insanlar ondan giderek daha fazla bıkacaklar; ve bir kez daha böyle bir kaosa şekil verecek ve insan aklının ölçülerini koruyacak bir şey arayacaklar.”


Ne yazık ki, yüz yıl sonra, kültürümüz Batı’daki Promethean ateizminden hala bıkmadı ve bu bizim için tehlikeli bir durum. Amerikalı sosyolog WI Thomas’ın bir keresinde dediği gibi, “İnsanoğlu durumları gerçek olarak tanımlıyorsa, sonuçları da gerçek olacaktır.” Doğruyu ve yanlışı ortadan kaldırır, nüfusun çoğunluğunun sağduyusunu gasp eder, zamanımızı herhangi bir ahlaki kontrol olmaksızın hazcı arzularımızı tatmin etmek için harcarsak, o durumda Batı çökecektir.


Batı’daki Roma İmparatorluğu’nun beşinci yüzyılda barbarların eline geçmesi, ancak önce kendi kendini yozlaştırması ve iç otoritesini kaybetmesi sayesinde mümkün olmuştur. Amerika ve müttefikleri için gerçek tehlike bu. Biz ahlakı yeniden tanımlamayla uğraşırken, Doğu’dan gelen ateş bizi her zamankinden daha çok yakıyor. İnsan zihninin gerçek ölçülerini ve en önemlisi de ahlaki boyutlarını bir kez daha keşfetmemiz gerekiyor.

Bilinmeyen sanatçı tarafından 1650-1660 dolaylarında “Tövbe Alegorisi” veya “Vanitas”. Tuval üzerine yağlıboya. Pollok Evi, Glasgow, İskoçya. (Kamu Malı)

Yazan: James Sale
Çeviri: Manolya Serra

Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.