Kota Kinabalu Günleri
Doha’da 1,5 saat bekledik…Doha’dan 8 saat daha uçacağız fakat bu yolculuk esnasında, yanımda bir melek oturuyordu. 14-15 yaşlarında Malay bir kız. O kadar tatlıydı ki, tutup o koca yanaklarını ısırmamak için zor tuttum kendimi. Teyzeleriyle birlikte binmişti uçağa. Çok güler yüzlü ve çok utangaçtı. Müslüman bir aileydi ve hepsinin başı kapalıydı. Burada türbanı bağlama biçimi de değişik. Çenelerinin altından farklı geçiriyorlar ve suratları yusyuvarlak görünüyor.
O da seneye İstanbul’a gelecekmiş 3 haftalığına. İlk başta yanına oturduğumda biraz çekindi… Tabii ben bunu hissedip onunla konuşmaya başladım ve o da rahatladı. Ardından ben ona Türkiye’yi, o da bana kendi ülkesini anlatmaya başladı. Benim gideceğim yerlerden birine yakın -Kota Bharu- isminde bir şehirde oturuyor. Mutlaka gelmemi istedi, bana çok güzel yemekler yedirecek ve şehri gezdirecekmiş.
Kota Kinabalu uçağı için, Kuala Lumpur’da 7 saat daha beklemem gerekiyordu. Dayanamayıp şehre indim. Havaalanında 2. Kattan şehre otobüsler kalkıyor. Chinatown’a gidip dolaştım biraz, bir şeyler satmaya çalıştılar yok dedim, 3’te bir fiyatına inildiler yok dedim, abimsin dediler, hayatta almam dedim. Sonra çok pis görünen tezgahlardan birine gidip bir şeyler yedim… Gidiş dönüş yaklaşık 2 saat sürdü otobüsle, ama her yer yemyeşil olduğu için en azından rahatladım.
Kuala Lumpurdan maalesef tekrar uçağa binerek 2 saatlik bir uçuştan sonra Borneo’nun Kota Kinabalu şehrine geldim. Borneo adasının kuzeyi, ‘‘Sarawak’’ ve ‘‘Sabah’’ isminde 2 özerk eyaletten oluşuyor. Buraya ulaştığınızda da pasaportunuza damga vuruluyor, eyalete öyle girebiliyorsunuz.
Görevliye pasaportumu verdim. Adam sayfalarını tek tek inceliyor, sayfa köklerine bakıyor. Buraya kaçak girmeye çalışanlar çokmuş. Pasaportumun sahte olup olmadığını kontrol ediyormuş meğerse. Özellikle, pasaportumdaki ABD vizesinin gerçek olup olmadığını anlamaya çalıştı. Bayağı bir inceledi. O esnada, bir şekilde sayfanın yapraklarının arasına girmiş kahverengi bir şeyi gösterdi, kağıt gibi ince bir şey.. yaprak parçasına benziyordu…. ”Bu ne?” dedi. Gel de cevap ver şimdi. Nereden bileyim ben? Yaprak dedim ben de… Güldü, ben de güldüm, sonra bastı mühürü hayde rastgele dedi, canımsın dedim girdim içeri.
Tabii gece saat 00:00 olduğu için ortada otobüs falan yok. Taksiye düştük… Otobüsler akşam 19.00 dan sonra bitiyormuş. 15 doları acımadan aldılar… 20 dolara uçak bileti alabiliyorsun burada, öyle söyleyeyim.
…Ve bir de taksiyi yazmadan edemeyeceğim. Böyle bir ‘‘şekil’’ taksiyi ilk defa gördüm. Ön ve arka koltukların ve de kapıların yanları full-siyah deri fakat deriyi, koltuk doldurdukları gibi doldurmuşlar, mobilya gibi kabarık duruyor her yer… derinin üzerine de, erik büyüklüğündeki ‘‘elmas kesimli’’ atomize taşlardan da onlarca yerleştirmişler. Şu ‘‘chester’’ deri koltuklar vardır ya, boğum boğum duran, aynen öyle duruyor arabanın içi…. Arabanın tavanından, gümüş renkli, metal danteller sarkıyor. Her yerden parlak gümüş renkli bir şeyler sallanıyor. Şoförün yanındaki gövdeye ise metal bir aparat yerleştirmişler. 7-8 tane şarap kadehi ve çeşitli cam bardaklar oturtmuşlar bu aparata… ve yine metal süslemelerle kaplamışlar. Helal olsun dedim sana verdiğim 15 dolara… Zevk-i sefa içinde, krallara layık biçimde getirdin beni. Bir de içeriye aşırı sıkmışlar kokuyu, parfüm mü ya da araç kokusu mu bilmiyorum ama, lüks yapayım derken fazla kaçırmışlar, zehirlenecektik nerdeyse kokudan..
Sonunda ölmeden Sensi backpackers’a geldim. Tertemiz ve şirin bir pansiyon burası, binaya girerken ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz. Benim evden daha temizmiş. Odalarda ranzalar var, klimalı, sürekli sıcak su var. Sabah kahvaltısı olarak fındık ezmesi, reçel ve çok güzel koca dilimli ekmekler veriyorlar. Gecelik fiyat 10 dolar (30 ringit). Buraya gelecek olanlara gözü kapalı tavsiye ederim bu hosteli.
Maalesef sabaha kadar uyuyamadım. Günün ağarmasını bekliyorum. Sabah erkenden sağanak yağmur bastırdı fakat 10 dakika sonra durdu. Yaklaşık 1 saat sonra da hava açtı. Sahile inip yürümeye başladım. Saat 5:30- 6:00 falan herhalde. Sahil şeridindeki pazarlar kuruluyor. Pazar tezgahlarının arasında dolanmaya başladım, insanlar bana bakıp gülüyor, selam veriyor ve hatırımı soruyorlar fakat şu an soluduğum kokuya henüz alışamadım. Bazı sokaklarda, özellikle yemek işi yapılan yerlerde ve pazar yerlerinin civarlarında koku güçleniyor. Hava zaten çok sıcak ve çok nemli, bir de bu koku karışınca iyi olmuyor tabi.
Sahilde yürümeye devam ettim, ilerde bir hareketlilik vardı merak edip sokuldum. Balık pazarı kuruluyor. Tabi koku feciiii ağır. Zaten ben, bizim normal balık pazarlarında bile yürüyemiyorum… Balık kokusu beni biraz rahatsız eder ama burada olayın boyutları aşılmış durumda, öyle ki ayağım birkaç kere kaydı ve kapaklanıyordum neredeyse çünkü yerlerde ölü balıklar var ve üzerlerine basılmaktan artık kağıt gibi olmuşlar, bazıları da dağılmış artık ve sabun gibi kaygan hale gelmişler. Koca koca balıkları doğruyorlar, yerlere kanlar akıyor, yağmur yüzünden zaten yerler ıslak sürekli….ortalık leş yani anlayacağınız. Katliam var resmen burada. Broker tipli elemanlar da, muhtemelen Çinlilerdir, sürekli balıkçıların başında not tutuyorlar. Kaç kasa geldi kaç kasa gitti hesabı… Balıkçı çocuklar da fotoğraflarını çekmem için şekilden şekle giriyor- pozlar falan o biçim. Fakat sağolsun, balık tezgahlarından birinde, adam tezgah yerine beni yıkamaya kalkışınca otele dönüp duş almak zorunda kaldım.
Hava sıcak. Bu sıcakta, şehir içinde dışarı çıkmak normal bir şey değil ama ben gidip bir de bisiklet kiraladım. Go-go sabah isminde güvenilir bir kiralama dükkanı olduğunu biliyordum. Scooter kiralayacaktım fakat ehliyetimi beraberimde getirmediğim için kiralayamadım, polis sıkı kontrol ediyormuş. Doğru dürüst bisikletleri de yok, dandik hepsi.
Neyse şehri biraz dolaştım, tam merkeze geldim ki, pedal kırıldı. Benim de o an beynimdeki birkaç kılcal damar koptu herhalde sinirden, hava zaten cehennem, pedal çevirirken ne kadar terlediğimi fark etmemişim; durduğum anda, sular boşaldı sırtımdan resmen.
Gogo sabaha geri döndüm. Bisikleti dışarı sakladım. Elimde sadece pedalla içeri girdim, bisikletinizi getirdim dedim. Adamlar bakıyorlar şaşkın şaşkın. Bu kaldı sadece geriye dedim. Adamlar da üzüldüler, onlar da biliyorlar bisikletin dandik olduğunu tabi, özür falan dilediler. Sahtekar biri olsa kırdın bisikleti, parasını öde falan diye sıkıntı bile çıkarabilirdi.
Kota Kinabaluya gelmemdeki en önemli nedenlerden birisi de, buradaki günbatımını görebilmekti çünkü dünyada gün batımının en muazzam yaşandığı 10 yerden biri olarak gösteriliyor bu şehir. Çok terlediğim için pansiyona geri döndüm duş aldım, ardından da 2 saat kadar uyumuşum. 2 gündür 2 saatlik uykuyla duruyorum.
Dışarı çıktım, akşamüstü oluyor artık, ortalık hareketlenmiş. Tüm sahil şeridi boyunca hazırlıklar yapılıyor. Tenteler geriliyor, yüzlerce, binlerce tezgah ve masa, sahil boyunca hazırlanıyor, acayip bir hareketlilik var. Hava da hafiften esiyor, her şey yoluna girmiş yani. İnsanlar deniz kıyısındaki platformlarda fotoğraf falan çekiyorlar, çocuklar kaykay ile dolanıyor.
Bu arada burada da korna sesi yok… 2 gündür hiç duymadım.
Bulutlar yavaş yavaş kızarmaya başladı. Gün batımını beklerken, bir anda yağmur bastırdı…. Hemen yan tarafımdaki açık hava lokantalarından birine sığındım. Bir masaya oturdum, yağmurun dinmesini bekliyorum. Yanıma orada çalışan çocuklar geldi. Oturdular, tanıştık, konuşmaya başladık, sonra oradaki şef geldi. Kakara kikiri muhabbet başladı. Hepsi Endonezyalı çocukların… Hepsi çok tatlı, utangaç, iyi niyetliler. En azından öyle görünüyorlar. Bu arada, sohbete dalmışken gün batımını unutmuşum, yağmur da bayağı azalmış. Kafamı kaldırıp arkadan süzülen ışığı görünce şoka girdim… Dışarı çıktığımda, başka bir gezegene girdim bir anda galiba diye düşündüm. Böyle bir şey olamaz. Yeryüzü, gökyüzü ve deniz tamamen turuncuya dönüşmüştü… .anlatılamayacak kadar güzel bir gün batımı yaşanıyor burada. Hem de her gün, düşünebiliyor musunuz? Sadece bu olayı görmek için bile Kota Kinabalu’ya gelinir.
Hava artık kararınca lokantada çalışan çocuklar bir şeyler ikram ettiler. Para veriyorum almıyorlar, zorla verdim birkaç kuruş.
Bu arada lokanta kalabalıklaşmaya başladı ben de onları tutmayayım diye kalktım ve yürümeye başladım. Yaklaşık 50 metre sonra, gerçek Asya kendisini göstermeye başladı. Ucu bucağı görünmeyen devasa bir gece pazarı kurulmuş.
Bir gün geçti ve sanırım alışma sürecini atlattım çünkü artık sokaklarda önüme bakarak yürüyorum… Koku da rahatsız etmiyor, koku yok oldu gitti sanki. İnsan işte böyle bir yaratık, her şeye alışıyor. Etrafı ilk geldiğim zamanki gibi algılamıyorum şimdi, daha oturmuş bir kafayla görüyorum her şeyi. Üstelik, yürürken size isminizle seslenen insanlar türemişse etrafta, bu iyiye işarettir.
Burada insanlarla iletişim kurmak kolay. Bir şey sorduğunuz anda bile sohbet başlayabiliyor. Üstelik Türkiye’den geldiğimi duyunca çok daha fazla ilgi gösteriyorlar çünkü hem Türkiye’den bu şehre gelen insan sayısı çok azmış hem de Türkiye müslüman bir ülke olduğu için daha cana yakın davranıyorlar.
Sahildeki iskelede 2 Endonezyalı genç oturuyordu, öyle bir anda tanışıp konuşmaya başladık. Bayağı bir koyu sohbete daldık, 2-3 saat geçmiş farkında değiliz. Üniversitede müzik bölümünden mezunmuş birisi. Otele dönmem lazım artık ama bırakmıyorlar, sarıldılar falan… Çok iyi çocuklardı gerçekten. Mutlaka Türkiye’ye geleceklermiş; gelin dedim yaşatayım sizi.
Peki Kota Kinabalu’daki en çarpıcı şey nedir derseniz bunun cevabı şudur ve kime sorarsanız sorun aynı cevabı verecektir: Günbatımı
Dediğim gibi, buradaki gün batımını kelimelere dökmek mümkün değil çünkü bu sadece güzel bir manzaraya bakmak olayı değil, deneyim haline dönüşen bir şey…. İkliminden dolayı, havada sürekli bulut kütleleri var zaten ve gün batımı sürecine girildiğinde öyle inanılmaz ışık kırılmaları başlıyor ki, nasıl söylesem, bir ara nerede olduğumu unuttum diyelim… Öyle garip bir atmosfer oluşuyor ki, duygularınız istem dışı yoğunlaşıyor, algınız değişiyor.
Bugün günbatımı esnasında dünkü gibi yağmur da yağmadı, o yüzden ışık daha farklıydı düne göre. Sanki büyük bir kürenin içerisine girmişsiniz gibi bir his yaratıyor. Gökyüzünde zaten inanılmaz bir derinlik hissi var, uzayıp gidiyormuş gibi. Ekvatora yaklaştıkça öyle olurmuş. Gün batımı saatinde burası adeta hipnoz oluyor. Sanki hayata 1 saatliğine ara veriliyormuş gibi… Ben de esas olarak Kota Kinabalu’daki gün batımını merak ediyordum ama dün iyi ki yağmura denk gelmişim, çünkü o da gerçekten inanılmaz bir şeydi…. Yağmur, ışık kırılmasını çok daha farklı bir duruma sokmuştu…Mars gezegenine düşmüş gibi olduk… Her yer ama her yer, deniz, hava, dağlar, tekneler, gözün gördüğü ne varsa turuncuya boyanmıştı…
Yemek konusunda ise ben de biraz tutucuyum, her şeyi yiyemiyorum… Deniz ürünlerini zaten hiç sevmem, burada da nerdeyse başka bir şey yok…. Ancak çok çaresiz kalırsam yerim, o ayrı. Allahtan kurtarıcım olan muz bol burada da. Bir de sebzeli börek yapan bir tezgah buldum pazarda, öyle geçiştirdim yemeği de bugün.
Bugün son gecem. Yarın Mulu Milli Parkına gidebilmek için önce Miri’ye gitmem gerek. Miri’den de küçük uçaklarla Mulu’ya gidiliyor. Diğer bir seçenek te nehirde tekne yolculuğu ama 10 saat sürüyor. Yolum uzun. 3 haftalık programın içerisine sıkıştıramadım onu.
Uçakta yanımda oturan o küçük kız mail atmış. Ne durumda olduğumu merak etmiş ve başıma bir şey gelirse mutlaka kendisini aramamı söylemiş. Umarım onun yanına da uğrayabilirim, mutlu olacak belli. Gece yarısı booking.com sitesine girip aynı buraya benzer ‘‘My homestay’’ isminde bir hostel buldum. Orası da 10 dolarmış. Kredi kartı olmadan rezervasyon yapabiliyorsunuz. Yer ayırtım aradan çıkardım onu da.
Gece İngiliz bir çocuk geldi, mikrop kapmış herhalde bir şeylerden. Öyle söyledi. İki büklümdü. Otele gelir gelmez yanıma geldi ve baksana ateşim var mı dedi. Türk sandım ilk başta uzaktan gördüğümde, tavırları aynı bize benziyordu. Adam ateşten yanıyor ben ise gülüyorum. Kafasını sallaya sallaya gülerek gitti o da. Sonra Çinli bir aile geldi. 20-25 yaşlarında bir oğulları da var yanlarında. Gece boyunca belki 10 defa tuvalete kalktı çocuk ve her geçişinde bana tiz bir sesle ‘‘hi’’ diye selam veriyor. Abartmıyorum her defasında aynı şeyi yaptı. Bütün deliler yine bir araya toplanıyor gibime geliyor.
Sabah erkenden eşyalarımı toplayıp pansiyondan ayrıldım. Pansiyonun sahipleri de bugün Bali’ye tatile gidiyorlar. Gitmeden önce ortalığı temizlemeye başladılar. Ben de uçağa kadar vakit geçirmek için civardaki adalardan birine gideyim bari dedim fakat düzenli çalışan botlardan birini bulamadım, tek kişi için de yüksek para istiyorlar. Kaçak çalışanlar da var fakat tipler bozuk. Hava da çok sıcak üstelik, bir de sırt çantası var, soyun giyin olacak vazgeçtim. En azından gezi yazısını tamamlayıp Epoch Times’da paylaşırım diye düşündüm. İşte şimdi onu yazıyordum.