Ergenekon’da Emekli Edilen Bir Komutanın Sıra Dışı Yaşamı
40 yıllık üst düzey askeri görev ve Ata mirası bir meslek… Dedesi Atatürk’e yaverlik etmiş, yaşamı boyunca Atatürk ilke ve inkılaplarına riayet etmiş, Ergenekon davasında suçlandıktan sonra rütbesi iade edilmeden emekli edilen bir komutan…
Ata mirası mesleği kuyumculuğun tüm inceliklerini de öğrenmiş, askeri hayatı boyunca vatanını sevmenin, korumanın ve temsil etmenin inceliklerini de…
New York’ta Dalai Lama ile tanışmış ve her uçağa bindiğinde keşke orada olsam dediği Tibet’te dört buçuk yılını geçirmiş…
Emekli Komutan Hayrettin Ertekin röportajımızda, dostuna nazik, düşmanına volkan bir eda ile durdu karşımızda! Yaşadığı deneyimlerden bir tarih bir de felsefe kitabı çıkabilecek dolu dolu bir yaşam. Onu dinlerken aslında anlatmadığı ya da anlatamadığı nice sırların olduğu bir dünyanın kapısını araladı bize…
Hayrettin Ertekin Kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
“Hayrettin Ertekin yıllardır kendini birçok mecrada birçok alanda tanıtmaya çalıştı. Başka başka kimliklerde de tanıtmaya çalıştı ama ben kendi kimliğimi şöyle anlatabilirim; çocukluğumuzdan belli… Biz Kayseriliyiz; ticari hayata çocukken sokakta başlarız. Gazoz satarız, boyacılık yaparız, ayran satarız, dondurma satarız, hatta ve hatta gider sokaklarda parklarda sakız satarak başlarız. Bizim jenerasyonumuz çok iyi bilir; biz fakir bir aileden gelmiştik. Tüm Türkiye fakirdi. Hiçbir şey yoktu. Arabalarımız şimdiki gibi Ferrari’ler, Rolls-Royce’lar değildi. At arabalarımız hatta eşeğimiz vardı böyle dört nala gidebilen… Benzinli de değildi, full oil de değildi gazlı da değildi. Güzel bir eşeğimiz vardı. Dörtnala çarşıya gider heybelerimizle alacağımızı, yiyeceğimizi, rızkımızı alır gelirdik. Şimdi sokaklarda yetişip okuyup eğitimini tamamlayıp devletin en üst düzeyine kadar gelen bir insan, inkişaf etmiş bir insan bence karakteri ile onuruyla hiçbir harama el uzatmamış biri olarak sizlerin her türlü sorunuza cevabım vardır.
Kayseri’de okudum. Develi’de de okudum. Sonra Ankara, İstanbul ve tabii insanın babası da aynı meslekten geldiği için memur olunca sağda solda her yerde çalışıyorsunuz, bulunuyorsunuz. Memur çocukları bunu çok iyi bilirler. En son eğitimimi İstanbul’da, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde tamamladım.
Daha sonra diğer kurslar için Amerika ve İngiltere’de bulundum. Microsoft’un Network ve Bilişim sistemleri üzerine bir doktora yaptım. Azerbaycan Bilimler Akademisinde yine bir çalışmam var.
Türk Silahlı Kuvvetlerine girdikten 10 yıl sonra Milli Güvenlik Akademisine girdim. Oradan da birincilik ile mezun oldum. Hukuk alanında uzun yıllar kaldıktan sonra istihbarat başkanlığına geçtim. Askeri istihbarat ve Milli İstihbarat Teşkilatı o dönemlerde beraber çalışıyorlardı. Şimdi ayrıldı. O dönem aynı yerlerde görevler yapıyorduk. Şimdi biz Ergenekon sürecinden sonra silahlı kuvvetlerden emekli edildik. Ve tekrar baba mesleğine döndük. Haklarımızın bir çoğunu aldık çünkü iade-i itibarla beraber haklarımızı verdiler. Bugün geldiğimiz noktada devletten hak alınmaz; devlet istediğini verir. Biz de zaten çok şey istemedik; onurumuzu istedik. Zedelemiş olduğunuz onurumuzu verin dedik. Onlar da bize bunu tekrar tevdi ettiler ve şu an emekliliğimizi hak etmiş vaziyetteyiz.”
‘’Atatürk’e gönül veren, o milletin bekası için savaş veren ben dahil herkes bir kahramandır.’’
“Kayseri’de doğup Anadolu’nun birçok ilinde görev yapan Türkiye Cumhuriyeti bayrağının dalgalandığı her yerde de vazifede bulunan bir asker, bir Türk vatandaşı, bir kahraman. Kendi sıfatımı kendim vereyim çünkü başkasının bana bir şey yapmasına gerek yok. Atatürk’ün askeri olarak bir kahraman gibi görüyorum kendimi çünkü benim gözümde Atatürk’e gönül veren, o milletin bekası için savaş veren ben dahil herkes bir kahramandır.
Kahramanlık mertebesi şunun içindir. Sevmek, korumak, yüceltmek ve onun uğruna canını vermektir. İsterseniz bu bugün olur. İster yarın olur. Buna hazır olan insanlar kahramandır. Diğer başka başka türlü kahramanlık yapanların, kendi kesesini dolduranların, hazineden kendine hortum çekenlerin de adına kahraman deniyor; onlara madalya falan da veriyorlar… Ama bizim öyle madalyalara, gösteriş, şekil, herhangi bir sıfata ihtiyacımız yok. Yüce rabbimizin içinde bulunduğumuz kutsal devletinden zaten biz her şeyi hak ettiğimizi vicdanen kanıtladık. “
Emekli Komutan Hayrettin Ertekin’in Ata mesleği Kuyumculuk, Dalai Lama ile Tanışması ve Tibet’e Uzanan İçsel Yolculuğu
Ata mesleğiniz olan kuyumculuk ve antikacılığı ayrıca mücevher işleme sanatından biraz bahseder misiniz?
“Kuyumculuk; kuyum mesleği, imalatı satışı kapalı çarşıda başlayan ve
300 yıllık bir deneyimi olan aile mesleğimizdir. Antikacılık ise kuyumculuğun bir parçasıdır. Çocuklarımızın da bu mesleği kazanarak kendi örf ve adetlerini, Türk motiflerinin sanatsal yönünü devam ettirmelerini planlıyoruz. El sanatını motif motif işleyerek mücevher haline getiriyoruz. Yaptığımız işler dünyanın her yerinde itibar görür. Bizim atölyemizden bizim elimizden çıkan bu parçaları dünyanın herhangi bir yerindeki bir fuarda ya da bir mücevher mağazasında görebilirsiniz. Ben bunu yaparım kelimesi benim doktrinim olmuştur. “
Peki, yaşamınızda en çok hangi kimliğiniz sizi ifade etti? Asker mi? Kuyumcu mu?
“Ben Ergenekon sürecindeki kimliğimiz ortaya çıkıncaya kadar kuyumcu olarak bilinirdim ama Ergenekon sürecinde Fethullah Gülen terör örgütünün mensupları bizim gerçek kimliğimizi ortaya çıkarıp ifşa edince asker kimliğim ortaya çıktı. Asker kimliğimizi oradaki savcılar ortaya çıkardı. Mahkeme sırasında ortaya çıktığında komutanlık vazifemiz de ortaya çıktı. Bu alışık olmadığım bir durumdu ama alışmaya çalışıyorum şimdi. İnsanlar komutanım diye hitap ettiği zaman dönüyorum bakıyorum ben… Çünkü komutanlık yapmadım ben; görev yaptım. İstihbaratın komutanlığı olmaz. İstihbaratta bir yere gittiğiniz zaman abisinizdir, arkadaşsınızdır, hacı abisinizdir.
Siz kendinizi nasıl ifade edersiniz öyle davranırlar ama biz hiçbir zaman ön plana onu çıkarmadık çünkü bir ulusun bekası ile ilgili görev yapan insanlar kendi nefislerinden feragat etmek zorundadır. Kuyumcu kimliğim ailemin mesleği. Bu benim, dedemin, babamın, kardeşlerimin mesleği. Bütün kardeşlerim de kuyumcu; bu mesleği yapıyorlar. Biz antikacı ve kuyumcu olarak bilinen bir aileyiz. Yani yüzyıllardır böyle. Gelenek devam etmiş Kayseri’de, Ankara’da, İstanbul’da, Kapalıçarşı’da öyle biliniriz ama beni de öyle bilirler. Ertekin Kuyumcusu diyorlar. Ayrıca da babamız bize küçükken bunları hep öğretti.”
Tibet’e manevi yolculuğunuz nasıl başladı? Neden Tibet?
“Hayata çok erken ve dolu dolu başladım. Türk doktrini Şamanizm’i, Türklerin neden Müslüman olduklarını çok uzun yıllar okudum araştırdım. Dalai Lama’nın hayatını, neden sürgüne gönderildiğini, Tibet’in neden işgal edildiğini okudum. Bu beni Tibet’e çeken bir şey oldu. Bütün seyahatlerimde uçaktan aşağıya bakarken keşke uçak yanlışlıkla Çin’e inse de oradan Tibet’e geçsem diyordum. Oraları görebilecek miyim dedim. Fakat yine bir askeri hayatın içinde karşınıza öyle bir an çıkıyor ki…..
Dalai Lama ile nasıl tanıştınız?
“Askeri hayatım içinde New York’ta Birleşmiş Milletler binasında gezinirken orada bir Uygur Türkü ile tanıştım. Sohbet ederken bunları paylaştım. ‘’Ben Dalai Lama’nın özel kalem müdürüyüm istersen seni onunla tanıştırabilirim’’ dedi. Şaka yapıyor sandım. Ve orada Birleşmiş Milletler
binasındaki ofisinde Dalai Lama ile tanıştım. Beni Tibet’e davet etti. Bu davet üzerine cezaevinden çıktığımda birazda buralardan uzaklaşmak için Çin’den izin alarak Tibet’e gittim. “
Emekli Komutan Hayrettin Ertekin’in
Ergenekon Sürecinde Yaşadıkları
Ergenekon sürecini biraz anlatabilir misiniz?
‘’Adalet sisteminin nasıl çürüdüğünü, çöktüğünü, nasıl kumpaslara geldiğimizi, devletin hainler tarafından nasıl yönetildiğini bas bas bağırmış bir Hayrettin Ertekin konuşuyor şimdi…’’
“Ergenekon sürecinde, balyoz sürecinde bize 480 tane duruşmada her gün sorular sordular. Hepsi boş. Hepsinin altı çürümüş. Hiçbiri ipe sapa gelmez. Bir davanın içinde neler olması gerektiğini her gün haykırdım orada ve dosyalar; 500.000 sayfa dosya. 500.000 kere konuşmuş olmam ve kendimi anlatmış olmam ve o işten bir aklanmış, beraat etmiş ve haykırmış biri olarak adalet sistemini nasıl çürüdüğünü, çöktüğünü, nasıl kumpaslara geldiğimizi, devletin hainleri tarafından nasıl yönetildiğini bas bas bağırmış bir Hayrettin Ertekin konuşuyor şimdi… Hayrettin Ertekin her gün, her gün sabah anka kuşu gibi yeniden küllerinden doğar. Bizi kimse kıramadı, vuramadı, öldüremedi, incitemedi. Sadece onurumuza saldırdılar ama saçımızdan bir tek tüy eksilmedi çünkü biz dimdik ayakta kaldık. Biz dünyanın her yerinde Türk bayrağının dalgalandığı her yerde görevler yaptık dedim başında! Evet; hala da aynı işleri yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü Türk milletinin bekası benim yeminim ile özleşmiş ve ona yemin etmiş, o bayrağa elini koymuş, silaha elini koymuş, asker arkadaşları ile omuz omuza hala son nefesimizin son damlasına kadar mücadele edeceğiz. İşimize gelince; elbette devletin işleri biter sonra gelirsiniz evinize oturursunuz burada kendi babanızın işini alırsınız.”
‘’Atatürk’ün ‘’İstikbal göklerdedir’’ sözü ile hep gökyüzüne bakar uçmayı düşünürdüm.’’
“Ben hep pilot olmak istedim. Hep göklerde olmak istedim. Atatürk’ün ‘’İstikbal Göklerdedir’’ sözü ile hep gökyüzüne bakar, uçmayı düşünürdüm. Pilot kursuna da gittim ama refüze oldum. Orada, sol kulağımda, bombadan kaynaklı duyu kaybı vardı. Bütün testlerden geçebildim ama duyu testinden geçemedim. Pilot olamadım ama iyi bir asker oldum.
Milli Savunma Bakanlığında bulunduğum dönemlerde 2 bakanla çalıştım. Sayın Haluk Bayülken ve Allah rahmet eylesin Sayın Zeki Yavuztürk. O dönemlerde Sayın Bakanın girdiği bütün NATO toplantılarına ben de katıldım.”
‘’Beni rahatsız eden; benden sonraki, bizden sonraki nesillerin benim bu anlattıklarımı yapamayacak olmaları’’
“Türkiye Cumhuriyetinin geçmişindeki kazanımlar ve edinimler, yavaş yavaş kaleler terk edilerek yavaş yavaş yok ediliyor. İnsan unsuru, insan inancı yavaş yavaş yok ediliyor. Yerine başka bir şey getiriliyor. Beni rahatsız eden şey; o kültüre ben bir türlü adapte olamadım. Gençler de olamadı ama. Manevi duygulardan uzaklaşılarak, milli duygular yok edilerek yerine materyalist bir düzen getiriliyor. Bu materyalist düzenin içinde başkalarının sizi sevk ve idare ettiği bir mantık vardır. Oyunlar, resimler ve dijital teknoloji ile kavram kargaşası yaratılarak Türk ruhunu, Türk milletini koruyan ve onu muhasır medeniyetler seviyesine getirebilecek ruhu ortadan kaldırabilmek için her türlü kumpasa açık bir hal almıştır. Beni rahatsız eden, benden sonraki, bizden sonraki nesillerin benim bu anlattıklarımı yapamayacak olmaları, o risklere girmeyecek olmaları. Yani, bir alanda savaşıp milli mücadele verirken dünyanın şu an cinnet geçiren birbirine girmiş ve hala birçok savaş unsurları ve işgal unsurları devam eden bir ülkede kendi ülkesini ve milli bekasını koruyamayacak insanların var olmasıdır. Benim rahatsızlığım budur. Ama şu an halen o ruhtayım. O ruhta insan yetiştirebilecek günlük yazılarım, günlük konuşmalarım, kalabalık dost meclislerine davet ettiklerinde orada yaptığım sohbetlerimde insanların etkilendiklerini; aynı ruhu yaşadıklarını görüyorum. Bazıları bana ertesi gün mesaj atıp ben de sizin gibi olacağım diyor fakat bu bir elin beş parmağını geçmez… Çok azlar. İnşallah daha çok olmalarını umuyorum.”
Ergenekon davasında; hapiste 6 yıl 4 ay tutuklu kaldınız ve hiçbir ceza almadan beraat ettiniz. Peki cezaevi sonrası çıktığınızda nasıl hissettiniz?
‘’İlk yıllarda kendi kendimize; biz buradan çıkabilecek miyiz acaba diye hep düşündük’’
“Mahkemede, Silivri’de tutuklu sanık olarak kaldım ve hiçbir ceza alamadan beraat ettim. Bize yapılan haksızlık karşısında devlet 13,5 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. Fakat ben bu verecekleri tazminatı okul yapılması için devlete iade edeceğim.
Ergenekon’dan Türkler çıktı. “Biz acaba buradan çıkabilecek miyiz? Biz bu Silivri zindanlarından çıkabilecek miyiz?” diye düşündük. İçimizde bir kuşku vardı çünkü karşımızdaki insanlar bir plan yapmış, bir emperyalist güçlerin oyunlarıyla biz, milli devlet yok edilecek. Biz seçilmiş 200 kişi heba edileceğiz. Yok edileceğiz. Bunun emarelerini görüyorduk. Çıkamayız diye düşünüyorduk çünkü yavaş yavaş orada ölümler, intiharlar başlamıştı. Suçsuzduk, arkadaşlarımızın umutsuzluğu vardı.
Beni kaçmam için hastanede bıraktılar. Bu iki kez oldu. Taksi tutup cezaevine geri döndüm. Zorla içeri girdim. Kapıda çok uğraştırdılar. Ben bırakın cezaevini; karşımda büyük bir ordu olsa bile tek başıma üstüne gidebilecek bir adamım. Kaçmam!”
Yakın olduğunuz koğuş arkadaşınız kimdi?
“Şimdi isim vermeyim tabi ama çok değerli arkadaşlarım vardı. Generaller! Hepsiyle yan yanaydık. Hepimiz beraberdik. Rahmetli Muzaffer Tekin, Vedat Yenerer, Özel Kuvvetler Komutanı Levent Albay, bütün denizci generallerle hep beraberdik. Her gün sabah 08:00’de mahkemeye gidiyorduk. Akşama kadar bir aradaydık. Cumartesi-Pazar günleri koğuşta yatıp dinleniyorduk.”
O zamandan bu zamana sizin için ne değişti?
“Benim için değişen bir şey olmadı. Ben sadece sürecin neden ve niçin yapıldığını; kumpasların Türkiye’deki yansımalarını araştırıp onun bir kronolojik analizini yaptım. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış, top yekûn yapılmış bir savaştı. Bu savaşı yapanlar, bu mücadeleyi verenler kendilerini çok iyi biliyorlar. Türkiye’de bir ihtilal yaparak rejimi yıkıp Cumhuriyetin kazanımlarını edinimlerini yok etmek için mücadele eden bir grup vardı. Bunun yanına torba gibi herkesi atıp, getirip, olanı olmayanı, sokaktaki mafyasını, siyasetçisini, gazetecisini getirip Türk milletine bir alan açarak orada bir itibar zedelenmesi yapmaya kalktılar. Ama inanın itibarımızdan hiç bir şey kaybetmedik. Ben dimdik ayaktayım. Herkes biliyor. Beni tanıyan herkes; en başta en yakınlarım, ailem ve bütün silahlı kuvvetler hepsi arkamda oldu. Ben çıktığımda Genel Kurmay Başkanı dahil herkes, bunu telefonla arayarak senin dik duruşun dahil her şeyi takip ettim takip ettim bizzat evime kadar geldiler. Ve ben kimseden bir paye beklemiyorum zaten. Beni ben değil tarih anlatacak şimdi bir şey anlatılmayacak. O dosyalar açıldığı zaman benim heyete karşı yapmış olduğum savunmalarım ve yazılarım Türk milletinin üniversitelerinde okutulacak şimdi kimse hiç bir şey bilmiyor. Beni de çok kimse tanımıyor. Ama öğrenecekler; ne dedi, ne yaptı hepsini öğrenecekler. Tarihi, milli bütünlüğümüzü, sadakati ve kati itaati öğrenecekler. Askerliği öğrenecekler, ruhu öğrenecekler.”
‘’Çok şey konuşmak isterdim ama yasa ve kanunlar benim bazı şeyleri konuşmamı engelliyor. ‘’
“Türkiye’nin etrafı kuşatılmış; Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Libya’da Yunanistan ve Fransa; Suriye de Irak’ta ve bütün cephelerde bize asimetrik bir savaş ilan etmişler. Bu savaşın muhatabı kim biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetidir. Bireyler değildir. Ben Hayrettin Ertekin değilim. Mehmet Ertekin’in oğlu değilim. Bu milletin bayrağıdır. İstiklali ve istikbalidir. Gelecekte doğacak çocuklarımızdır. Biz onlara iyi doktrin iyi bir gelecek iyi bir vatan toprağı sağlam güçlü milli bir toprak bırakmazsak bunun sorumlusu benim. Atatürk’ün subaylara vermiş olduğu görevde benim bana verdi bu görevi. Ben ihanet edersem herkes ihanet eder. Eğer içimizde birimiz çıkar ihanet ederse buna herkes ihanet eder. Çünkü bir kere ihanet eden bin defa yapar. Bugün siyasilere baktığınızda herkes konuşuyor, herkes anlatıyor ama ben gülüyorum onlar sadece para için konuşurlar. Oynuyorlar. Ama gerçek kahramanlar gerçek insanlar konuşmazlar eylemlerini fiilen yerine getiriler.
Hayrettin Ertekin’in Ata mesleği kuyumculuk hakkında verdiği bilgileri, Dalai Lama ile tanışmasını ve Tibet’e uzanan içsel yolculuğunun tüm detaylarını video içeriğinde izlemek için tıklayın:
Röportaj: Demet G. / Epoch Times TR
*Bu röportaj içeriğinde ifade edilen görüşler Epoch Times’ın görüşlerini yansıtmamaktadır.
Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.