Akılcı Ahlak Neye Dayanır? Ahlak, politika ve yozlaşma (1. bölüm)

Frans Francken the Younger’ın 1633 tarihli “İnsanlığın Ebedi İkilemi—Erdem ve Ahlaksızlık Arasındaki Seçim” adlı kitabından bir ayrıntı. Plaka üzerine yağlı boya. Boston Güzel Sanatlar Müzesi. (Kamu Malı)

Ahlakın siyaset şemsiyesi altında kaybolup gidişi, batı toplumumuzdaki birçok kişi için en çok şaşırılan şeylerden biridir. Örneğin, kişinin Demokrat ya da Cumhuriyetçi olması doğru ya da yanlış olmasından çok daha önemli gibi görünüyor. O halde bi nevi haklı ya da haksız olmak, Demokrat ya da Cumhuriyetçi olmakla eş anlamlı hale geldi! Başka bir deyişle, biz mantıklı olmaktan ziyade bir kabile haline geldik.

Bununla birlikte, İngiliz ahlakçı ve deneme yazarı Samuel Johnson’ın gözlemlediği gibi, “Akıllıca düşünen, ahlaki olarak düşünür.”diyebiliriz. Kabile mentalitesiyle -Ülkem, partim, ailem, fikirlerim, doğru ya da yanlış- düşünmek aklın sapkınlığıdır. Gerçekten de, Dante’nin “İlahi Komedya” eserinin tamamının, aklın (akıl) sapkınlığı hakkında olduğu söylenebilir ki bu insanlığın büyük bir kısmını cehenneme, lanetlenmeye ve bu hayatta olduğu kadar sonraki hayatta da bitmeyen sefaletine götürür.

Ahlak Artık Makul Görülmüyor

Ahlak bugünlerde pek popüler bir konu değil; belki de fazla muğlak, fazla tartışmalı ve en önemlisi açık ara fazla yargılayıcı olarak görülüyor. “Yargılayıcı” demişken, “Zamanımızın Orwell’i ” olarak da anılan yazar Theodore Dalrymple’ın gözlemlediği gibi: “Gençler kendilerini övmek istediklerinde, kendilerini ‘yargısız’ olarak tanımlarlar. Onlar için ahlakın en yüksek biçimi ahlaksızlıktır.” O halde, New York Times yazarı David Brooks’un “ Eğer Doğru Gibi Geliyorsa …” adlı makalesinde geçen, Amerikadaki gençlerin ahlaki yaşamları hakkında yapılan röportajda, gençlerin üçte ikisinin, soruyu yanıtlayamaması veya bahsi geçen konuyu ahlaksız olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değildir.

Burada tabii ki konu sadece gençler değil. Yargısızlığın ortadan kaldırılmasındaki kilit nokta sözel olarak gerçekleşti. Pek çok insan neredeyse her gün iyi ve kötü ile ilgili kişisel deneyimler yaşar ve buna rağmen, 30 yılı aşkın bir süredir politikacılar, teologlar, medya kuruluşları ve diğerleri “iyi” ve “kötü” kelimelerini iptal etmek ve onların yerine yenilerini koymak için tutarlı bir çaba gösteriyor. Mesela, “kabul edilemez” gibi kelimeler. Aşağılık davranışlar ve arzular artık kötü değildir; kabul edilemezdir.

Bu düzenlemeler, elbette, ahlakı mutlak bir standarttan toplumsal bir norm haline getirir. Yazar ve psikiyatr Norman Doidge’ın ve Jordan B. Peterson’ın “Yaşamın 12 Kuralı”na Önsözünde belirttiği gibi: “İnsan yaşamının ahlaki kaygılardan bağımsız olabileceği fikri bir hayalden ibarettir.”

Kültür yorumcusu David Brooks şöyle açıklıyor: “Modern kültür günahın yerine hata ya da duyarsızlık gibi kavramları koymaya çalıştığında ya da ‘erdem’, ‘karakter’, ‘kötülük’ ve ‘ahlaksızlık’ gibi kelimeleri tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığında, bu hayatı daha az ahlaki kılmak anlamına gelir. Bu sadece hayatın mutlak olan ahlaki özüne sığ bir dille gölge düşürdüğümüz anlamına gelir… Üstelik günah kavramı da gereklidir çünkü tamamen doğrudur.”

Kötülük Kavramını Ortadan Kaldırmak

Domenico Ghirlandaio’nun “Aziz Mikail ve Melekler Şeytanla Savaşta” 1448. Plaka üzerine tempera tekniği. Detroit Sanat Enstitüsü. (Kamu Malı)

Kötülüğü ortadan kaldırmanın -ya da daha doğrusu, orada yokmuş ve yeniden tanımlanabilecek birşeymiş gibi davranmaya çalışmanın- sorunu, bunu yapanın kendisinin kötü olması ve bu uygulamanın daha fazla kötülük üretmesidir. 4.000 yıldan daha uzun bir süre önce bir vezir ve yazar olan Ptahhotep, kötülüğü yeniden tanımlamaya çalışmak yerine onu durdurmamız gerektiğini belirtti, çünkü ona göre,”kötülüğü durdurma eylemi kalıcı bir erdem oluşturur.”

Kötülüğü durdurmak için elbette öncelikle onun ne olduğunu bilmemiz gereklidir. Ahlak kavramı insan bilincinin sınırını aşan bir gerçekliğe -ruhsal aydınlanmaya, tanrılara veya Tanrı’nın kendisine – dayandığında, kötülüğü tanrısal iradenin karşıtı olarak anlayabiliriz. Tüm inanış veya yüce yasa örneklerinden gördüğümüz şey, temel ahlak anlamında hepsinde büyük bir örtüşme olduğudur: zina, hırsızlık, yalancı tanıklık, cinayet – dört bariz örneği ele alırsak – bunlar tüm inanışlarda kınanır. Olayın detaylarının (bağlam) ne olduğu ve cezaların ve sonuçların neler olabileceği farklı inanışlara göre değişebilir, ancak genel yön çok açıktır.

Ne yazık ki, kötülüğü durdurmak bugün politikacıların ve birçok kişinin istediği şey değil. Dalrymple’ın “Kültürümüz ve Ondan Kalanlar”da dediği gibi, “Psikoterapötik dünya görüşünde… kötülük yoktur, sadece mağduriyet vardır.”

Artık kimse eylemlerinden sorumlu olmak zorunda değil, potansiyel olarak herkesin terapiye ihtiyacı var. Sorun çözüldü! – Bu fikrin izini sürersek konu Aydınlanma’ya ve onun doğurduğu düşünürlere kadar uzanabilir. Marx bu noktada klasik bir örnek olurdu, çünkü ona göre gerçek toplumsal hastalıkları ekonomik faktörler üretiyordu insanların kendileri değil. Karısının (veya belki de annesinin) eğlenceli bir alıntısını ekleyecek olursak, onun ironik bir şekilde, şöyle dediği iddia edildi : “Keşke Karl, ‘Capital’ hakkında konuşmaya ayırdığı zamanın birazını da onu biriktirmeye ayırsa.”
Düşünürler listesine Nietzsche ve Freud’u da ekleyebiliriz, bu düşünürlerin her biri insan doğasını basite indirgeyerek dışsal bir etken perspektiften açıklıyor. Ekonomiyi değiştirin, süpermen olun, hayallerinizi anlayın böylece belki malum ütopyaya erişebilirsiniz!

Psikiyatristinizi Ziyaret Etmek

Kültürümüz doğru ve yanlışa dayalı bir tedavi modeli yerine iyileştirmeye yönelik bir modeli benimsemiştir. Egbert van Panderen’den sonra Johann Gelle’nin 17. yüzyılın başlarında yaptığı “Tanrı, Melek, İnsan ve Şeytan Olarak Hekim” adlı renkli gravür serisinden. (Wellcome Images/CC BY 4.0)

Bütün bunların saçmalığı, Dalrymple’ın 20. yüzyılın sonlarındaki en ünlü cenazelerden biri olan Prenses Diana’nın cenaze töreni hakkında yaptığı yorumda söyledikleri düşünüldüğünde açıkça ortaya çıkıyor: “Hayatı patolojik-terapisel yaklaşımla kabullenmek öyle evrensel bir hale geldi ki, Diana’nın cenazesinde bile St. Augustine’in varisi – yani, Canterbury’nin şu anki Başpiskoposu – sanki insanın sahip olduğu en yüksek ahlaki ve kültürel özlemi bir psikiyatırla randevuymuşcasına, Prensesin zafiyeti için Tanrı’ya şükretti.

Dalrymple’ın yorumu o zamanlar duyarlı gibi göründüyse, şimdi 10 kat daha duyarlı gibi görülüyor, çünkü birinin savunmasızlığını ve/veya kırılgan zihinsel durumunu ilan etmesi, herhangi bir sosyal medyanın gelişigüzel bir yorumunda da iddia edildiği gibi, erdemin olmazsa olmaz bir koşulu gibi görünüyor. Örneğin, son beş yılda iş bağlantıları için önemli bir site olan LinkedIn’in savunmasız kişiler için neden bir hüzün şölenine dönüştüğünü sorgulayan BBC’deki “LinkedIn Nasıl Değişiyor ve Neden Bazıları Mutlu Değil” başlıklı bir makaleye dikkat çekebiliriz.

Ahlak Neye Dayanır?

Ferdinand Bol’un “Musa On Emirle Sina Dağından İniyor” 1662. Tuval üzerine yağlıboya. Amsterdam Kraliyet Sarayı. (Kamu Malı)

O halde arzuladığımız ve savunmamız gereken erdem ya da ahlak nedir? Ahlak kavramının otoriteye sahip olması için ahlakın kaynağının ilahi kökenlere bağlı olması gerekliliğinden bahsetmiştim. Bu noktada akılcılığın, mantıklı olmayan prensipleri kişi kendi oluşturduktan sonra başladığını unutmayın: Akıl, aklın kendisi tarafından kanıtlanamaz. Bu durumda önce aklın mantıklı olduğunu varsaymalıyız.

Bununla birlikte, aklın yaşamın dört alanına özel uygulamaları vardır: zina etmemek, çalmamak (hırsızlık), yalan söylememek (yalancı tanıklık) ve başkalarını öldürmemek (cinayet). Mantığın neyi temsil ediyor olabileceğine dair bir ipucu, bu dört suçun ortak noktasının ne olduğunu gözlemlenerek bulunabilir. Açıkça, her biri diğer insanlara zarar veriyor, ama nasıl?

Bence bunun cevabı -Batı perspektifinden- bu faaliyetlerin her birinin bir başkasının özgürlüğünü sınırlandırmasıdır. Cinayet bir başkasının yaşama özgürlüğünü elinden alır; yalan, gerçeğe erişim özgürlüğünü ortadan kaldırır; çalmak, maddi ve manevi varlıklara erişim özgürlüğünü elinden alır; ve zina, bir başkasının hayatındaki en önemli kişiyle olan güven ve yakınlık özgürlüğünü elinden alır. Başka bir deyişle, savunmamız gereken temel ahlaki ilke özgürlüktür. Bireysel özgürlüklerimiz ve başkalarının özgürlüğüne duyduğumuz saygıdır.

Gazeteci-yazar AN Wilson, “Dante in Love” adlı kitabında benzer şekilde şunları yazdı: “Hıristiyan teolojisinin öyküsü – Batı düşüncesinin tüm öyküsü de denilebilir – determinizm ile ahlaki seçimler yapma özgürlüğümüzü beyan etme çabasına olan inanç arasında bitmeyen bir savaş olmuştur. Eğer sadece DNA’mızdan, tarihin materyalist güçlerinin bizi yönlendirmesinden başka bir şey değilsek ya da sosyal çevremizin bir ürünüysek, o zaman mahkemeler -cehennemi bir yana bırakın- adaletsizliğin acımasız makinalarıdır; çünkü her şey önceden kararlaştırılmışsa, bir insan nasıl olur da davranışlarından sorumlu tutulabilir?

Uuğruna savaştığımız şey, özgürlüktür; özellikle de irade özgürlüğüdür.

Bu makalenin 2. bölümünde, özgürlük ve irade özgürlüğü kavramını ve bu kavramların şu anda nasıl tehlikede olduğunu biraz daha derinlemesine inceleyeceğiz.

Yazan: James Sale

Çeviri: Manolya Serra

Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.