Hazret-i Pir Aşkına

“Çocuk incinin değerini ne bilir;
gider onu üç beş parça şekerle değiştirir.”
Hz. Mevlânâ

Nasıl yaşayacağımı, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Her gece kendime yepyeni bir dünya kurmak için kararlar alıyor, sabah kalktığımda her şeyi unutuyordum.

Berbat bir şeydi benimkisi.

Hayatımın ucundan kıyısından eriyip azaldığını, saçlarımdaki beyazların yaklaşmakta olan zemherinin habercisi olduğunu anlıyordum. Anlıyor ama hiçbir şey yapmıyor, yapamıyordum.

Bu anlarda aklıma hep o hadis-i şerif geliyordu: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Böyle zamanlarda anlıyordum işte, düpedüz uykudaydım ve beni uykudan uyandıracak hiçbir yol bulamıyordum.

Bana bir kova soğuk su lazımdı ya da okkalı bir çimdik. Zıplamalıydım. Uyanmalıydım. Kendime uyanık gözlerle bakmalı ve yolumu ayık yürümeliydim. Ancak o soğuk su ya da çimdik etkisi yapacak şeyin ne olduğunu bilemiyor, bulamıyordum. Kendimi kitaplara vuruyor, Necip Fazıl, Mehmet Âkif, Cemil Meriç, Tolstoy, Shakespeare, Goethe gibi büyük kafaların tecrübelerini üzerime giymeye uğraşıyordum. Onlar çok acı hayatlardan geçmiş, pişmiş ve olmuşlardı. Bu yüzden büyük tecrübeleri ve başarıları vardı. Benimse hayatı hızla ve hazla yaşamaya koşullanmış bir ‘aklım’, kısacası hiçbir şeyim…

Sonra bir şey oldu; bir kaza, bir çarpışma… Mevlânâ’yı okudum. Her şeye yeniden, sıfırdan başlamam gerektiğini kavradım.

“Denizi bir testiye döksen ne kadar alır?”

Bundan yıllar önce Paulo Coelho namıyla maruf, Rio de Janeriolu bir yazar tüm dünyada “Bestseller” olan romanı “Simyacı” ile ülkemizde de arz-ı endam etti.

Herkesçe malum; romanda aradığı hazine uğruna evinden kalkıp dünyayı dolaşan, bu arada “kendi kişisel menkıbesinin”  peşine düşen bir çobanın öyküsü anlatılır. Çoban aradığı hazineyi bulamaz; evine, köyüne döner. Şaşırtıcı bir şekilde, aradığı hazinenin yıllar önce terk ettiği bu evin temellerinde gömülü bulunduğunu fark eder.

Yayınlandığı yıllarda dünyayı alt üst eden bu roman, Mesnevi’den intihal / esinlenme ile yazılmıştı. Brezilyalı yazar, bizim evimizin temellerinde gömülü duran hazineyi çıkartıp bize okkalı bir fiyattan satmıştı. Doğrusu biz de bu acı tecrübeyi hak etmiştik. Demek ki gözümüzün önünde duran hazinenin değerini anlamamız için bize bir başkasının parlatıp sunması gerekiyormuş.

El Hâk, bizim de o çobandan farkımız yoktu; Hazret-i Mevlânâ’nın -zannımca- yine bir kerameti ortaya çıkmıştı.

Hâlâ tanımayan kaldıysa Hz. Mevlânâ  kendini şöyle tanıtıyor:

İşte sana konuşan biri, dilsiz ve dudaksız
Durmadan koşan biri
Elsiz, ayaksız
Böyle koşup durmak senin neyine gerek
Boşlukta ayaksız yürümek
Gökteki ay gibi
Ben bir denizim, ben bir denizim
Kendi içinde taşan
Ben bir denizim uçsuz bucaksız
Kıyısız, hür bir deniz.
(Çeviri: A.KADİR)

Ben yıllardır o denizin kıyısında dolaşır, testime onun suyunu doldurmaya çabalar dururum. Ne testim dolar tam manasıyla, ne denizin suyundan bir damla eksilir.

Balıktan başkası suya doyar.”

Genel hatlarıyla kendisinden bahsedecek olursak Mevlânâ, malumunuz, “efendimiz” demektir, sevenleri ona Hazret-i Pir de derler. Ondan önce de ulu kişilere Mevlânâ diye hitap edilirdi; ancak ondan sonra bu tabir yalnızca onu anlatır hâle geldi.

Hazret-i Pir; bilinen kalıpların çok dışında ve çok üstünde, âlim, fazıl, edip, engin hoşgörü ve derin aşk sahibi idi. Günümüz mental kalıplarıyla onu bilgin, sıra dışı, entelektüel, büyük bir düşünür ve muhteşem bir şair diye tanımlamaya da kalkışabilirdik; fakat bu tanımlar doğru olmakla birlikte çok yetersiz kalırdı.

Onun hakkında konuşmak ne mümkün. Dilimin ucuna bir iki şey takılıyor yalnız:

Hazret-i Mevlânâ bir gün yolda giderken bir papazla karşılaştı. Papaz onu görünce derin bir saygıyla eğilerek selam verdi. Hazret mukabele olarak daha fazla eğildi. Görenler şaşırarak “Efendimiz, bir papazın karşısında eğilinir mi?” diye sordular. Hazret şu cevabı verdi: “Ben bir Müslüman olarak tevazuda papazdan aşağı mı kalsaydım?”

Vefatında tabutunu taşırken bu şerefe nail olmak için Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Hindular birbirleriyle tartışmaya girmişlerdi.

“Öyle bir şah çek ki, yedi yüz yıl sonra bile ‘mat! ’diyebilesin” demişti bir şiirinde. Ve UNESCO 1973 yılını Mevlânâ’nın yedi yüzüncü vuslat yıl dönümü ilan etmişti. Aynı UNESCO ikinci kez 2007 yılını da Mevlânâ yılı ilan etmişti. Onun büyüklüğünü herkes takdir ediyor irfanınca.

Ya biz? Ne yaptık onu anlamak, anlatmak için? Papaz kadar da mı olamayacağız? Onun ve eserlerinin üzerinde yoğunlaşmak için bir Brezilyalıya daha mı ihtiyacımız var?

El Hâk, derya içre mâhileriz, deryayı bilmeyen.

El Hâk, balıktan başkası suya doyar.

“Ney gibi, dostumun dudağıyla bir araya gelseydim; söylenecekleri söylerdim ben.”

Sözü kısa kesmeli; duymuyor musunuz, Hazret-i Pîr konuşuyor:

“Temizlerin muhabbetini tâ… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!”

Yanıt Ver

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.