Komünizmin Karanlık Geçmişi
Rus Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümü sebebiyle, Epoch Times olarak özel bir makale yayınlıyoruz ve komünizmin kökeni ve tarihini detaylı bir şekilde inceliyoruz.
Yaklaşık bir asır önce, Avrupa’da komünizm denen “hayalet” ortaya çıktı. Bu da “Komünist Parti Manifestosu”, Paris Komünü, Sovyetler Birliği ve Çin rejiminin ortaya çıkmasına sebep oldu. İdeolojik olarak baktığımızda dünya iki kutba ayrılmışa benziyor; biri demokratik ülkeler, diğeri ise totaliter komünizm ile yönetilen devletler.
Komünizm bize gösterdi ki; kırmızı dalganın ulaştığı yerlerde savaş, kaos, kıtlık, cinayet ve terör eksik olmuyordu. Komünizm hareketi, binlerce yıllık insan medeniyetine ağır zararlar vermiş ve 100 milyondan fazla insanın ölümüne ve birçok insanın bedensel ve zihinsel travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir. Komünizmin “yeryüzündeki cenneti” inşa etme söylemi, tam olarak yarım milyar insanın dünyada cehennem hayatı yaşamasına sebep olmuştur. İnancın baskılanması, ahlak değerlerinin yok edilişi ve doğanın tahribatı, komünizmin korkunç ve geniş çaplı etkisidir.
Komünizmin yavaş yavaş çökmesine rağmen, hala komünizm teorisini benimseyen bir kitle bulunuyor. Aslında demokratik toplumlarda da, komünizm gizli bir şekilde varlığını sürdürmektedir.
Bu yüzden; dünyadaki tüm insanlara, komünizmin asıl doğasını, onun açık ve gizlenmiş tüm ideolojisini iyi bir şekilde anlatmak gerekiyor.
Komünizmin Ortaya Çıkışı
Komünizmin yayılışı ve ortaya çıkışı insan toplumunun geçirdiği iki büyük değişiklik ile ilintilidir. İlk büyük değişiklik sanayileşme ile olmuştur.
Gelişmiş ülkeler periyodik bir biçimde ekonomik krizler ile çalkalanıyordu. Her krizden sonra, birkaç banka ve şirket iflas ediyor ve birçok kişi işinden oluyordu. Zengin ve fakir insanların arasındaki uçurum gittikçe daha da fazla büyüyor ve bu da toplumdaki iç çatışmaların şiddetlenmesine yol açıyordu. İnsanlar umutsuzca karşı çıkıyor ve bu durumu kabul etmek istemiyorlardı. Bu gerçek karşısında kendilerini çaresiz ve haksızlığa uğramış görüyor ve bir çıkış yolu arıyorlardı. Fakat zamanın şartları elverişli değildi; ve politik, ekonomik ve toplumsal mekanizmalar tatmin edici bir çözüm getiremiyordu. Bu olaylar çerçevesinde komünist ideolojisi yavaş yavaş doğmaya başlamıştı.
Sosyalizmin görüşüne göre, tüm bu olumsuzluklara sebebiyet veren özel mülkiyetti ve çalışan ile işveren ilişkisi tamamen bir sömürü sistemiydi. Bu yüzden sosyalizm, özel mülkiyetin ve sosyal sınıfların kaldırılmasından yanaydı. Marx ve Engels, kapitalist ve proletarya sınıfın çatışmasının kaçınılmaz olduğunu ve en sonunda kapitalist sınıfın yok olacağına dair bir öngörüde bulunuyorlardı. Bu yüzden, bu ikili toplumu yeniden dizayn etmek için güç kullanılmasını; yani kanlı bir devrimi öneriyordu.
İkinci Sebebin Arkasında Darwinizm Yatıyordu
Komünizmin ortaya çıkmasının en büyük nedenlerden biri ise, 1859 yılında yayınlanan “Türlerin Kökeni” kitabıdır. Evrim teorisinin tezleri, insanları ilahi kudret ve inançlarından kopartıyordu. Komünist Parti, Darwin teorisinin hayatta kalma mücadelesinden etkilenerek, kendilerince bunun bir sınıf mücadelesi gerektirdiğini savundular ve “mücadele” kavramını benimseyerek ilerleyen dönemde komünist partiyi yaymak ve gücünü sağlamlaştırmak için daima savaştan yana oldular. Ekonomik olarak herkesin eşit olması gerektiğini savundukları için hızlı bir şekilde birçok takipçileri oldu.
Komünist hareketin kendisi aslında, 19. yüzyılın Avrupa işçi hareketinden gelmekteydi. Teorik altyapısı ise Karl Marx’ın : “Das Kapital” ve “Komünist Manifestosu” eserleriydi. 1917 yılında, Rus Komünist Partisi’nin kurulmasından sonra, sırayla birçok ülkede komünist devletler kuruldu. Onlar kanlı devrimler ve şiddetli iç çatışmalar sayesinde dünyamızda kendilerine yer edindiler.
Güzel olanı hedeflemek ve orta yolu bulmak insan doğasında vardır. Fakat, komünizm sınıflar çatışmasını, ateizmi, nefret ve kini dayatmaktadır. Bu ideoloji inancı, binlerce senelik kültürü ve gelenekleri yok etmiş ve bu da insanlığı bir felakete doğru itmiştir.
Komünizmin Karanlık Geçmişi
“Komünist Manifestosu”nun ilk cümlesi “Bir hayalet Avrupa’ya musallat oldu” şeklindedir. Komünizm, insanlara faydası olan parlak bir ideoloji olmanın aksine, sağlıksız bir ideoloji olmuştur ve bir araştırmaya göre kökeni Satanizm’e dayanmaktadır.
Ünlü tarihçi James Billington’un (ABD Kongresi kütüphane başkanının), bir araştırmasına göre; komünizmin kökeni Bavyera İlluminati örgütüne dayanıyor. İlluminati’nin kurucusu ve lideri Adam Weishaupt (1748 – 1830) Satanizm ile ilgileniyordu ve Lucifer’e (şeytana) tapıyordu. İlluminati’lerin arka plandan yönettiği bir diğer örgüt ise, “Adiller topluluğu”ydu. Bu örgüt, 1847 yılında Londra’da ilk genel kurul toplantısını düzenledi ve ismini Komünist Parti olarak değiştirdi. Bu örgüt aynı yıl, Karl Marx ve Friedrich Engels’e “Komünist Manifestosu”nu yazma görevini verdi. 21 Şubat 1848’de, “Komünist Manifestosu” -kötülüğün manifestosu- yayınlandı ve böylece komünist akımın yükselişi başladı.
İlluminati’lerin şeytani ilkeleri ve “başarı için her yol mubahtır” söylemi, komünistler tarafından benimsendi ve uygulandı. “Komünist Manifestosu”nun sonunda şöyle yazar: “Komünistler kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemekten kaçınırlar. Onlar açık bir şekilde, hedeflerine sadece kanlı devrimler sayesinde ulaşabileceklerini ve bunu için de şimdiye kadar benimsenmiş olan tüm toplum düzeninin yeniden oluşturulması gerektiğini söylerler.” Lenin şunları söylemiştir: “Tüm entrika, hile, kurnazlık, yasadışı yöntemler ve gizlilik yöntemlerini kullanarak gerçeği gizlememiz lazım.”
Gaddarlık ve yolsuzluk, tüm komünist rejimlerin ortak özelliği olmuştur. Komünist ideoloji, insanları dünyada bir cennet inşa etme vaadiyle kandırmaktadır, halbuki bu ideoloji direkt olarak insanları hedef almaktadır.
İnsanlığa duydukları nefret; Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ortak hissiyatlarıdır – bu dört büyük komünist düşünürün dördünün de satanist olduğu, son yıllarda bulunan doküman ve bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.
Karl Marx – “Dünyaya Nefret Duyan” Bir Satanist
Karl Marx, bir Hıristiyan olarak yaşamına başladı ve okul döneminde satanist inanca sahip bir örgüte üye oldu, bu örgütün lideri Joana von Southcott’dı. Marx, onlara katılarak bir satanist oldu.
Babasına yazdığı bir mektupta Marx şunları söylüyordu: “Bir perde düştü ve benim en kutsalımı yırttı ve artık yerini yeni tanrılar doldurdu.” Marx’ın öz oğlu bir mektupta babasına “sevgili şeytan” diye hitap ediyordu.
Birçok şiir ve tiyatro parçası Marx’ın ilahi güce karşı beslediği intikam arzusunu dile getiriyordu: “Yukarıda (göklerde) olan birinden intikam almak istiyorum.” O, birçok kez de dünyaya duyduğu “nefreti” dile getiriyordu. Yazdığı “Umutsuz dua” adlı şiirinde: “Tanrı benden her şeyi aldı, beni lanetledi ve boyunduruğa mahkum etti – her şey- her şeyden mahrum kaldım! Sadece bir tek şey kaldı, o da intikam!” Marx’ın ideolojisinin sonraki yıllarda yaptığı tahribata baktığımızda, şiir sanki olacakların bir kehaneti gibiydi.
Lenin’in Zulmü
Lenin, 1917 Şubat devriminden sonra sürgünden tekrar ülkesine geri döndü ve Kasım Devrimi’ni organize etti. Lenin, geçici hükümeti devirdi ve Komünist Sovyetler Birliği’ni kurdu.
Bu devrimden sonra, sadece teoride kalan insanlara karşı olan kin ve nefret bedenleşmeye başladı ve insanlık için fiziksel acımasız bir gerçek haline dönüştü – artık cinayet ve korku rejimleri güç sahipleriydi. Marx ve Engels gibi, genç Lenin de Satanizm’le ilgileniyordu. Onun en yakın arkadaşlarından Trotzki, kitabında Lenin’in gençliğini ve onunla yaşadığı anıları paylaşıyordu. Orada bir keresinde, 16 yaşındaki genç Lenin’in haç sembolü içeren bir kolyeyi kopardığını, kolyeyi yere attığını ve sonrasında da onu ayaklarıyla ezdiğini yazıyordu. Bu, Satanizm’de olan bir gelenektir. Ariadna Tyrkowa isimli kadın bir yazar, Lenin ile bir kaç kere buluşma fırsatı bulmuştu ve şöyle yazıyordu: “Lenin kötü bir insandı. Gözleri vahşi bir kurdun gözlerine anımsatıyordu.”
“Bir devrimin başarılı olmasını sağlamak için en güvenli yol, egemen sınıfın ve entelektüel sınıfın yok edilmesidir.” Bu düşünceyi benimseyen Lenin, iktidara geldikten sonra eyleme geçti. 1917’de kendisi bizzat KGB’nin öncüsü Çeka gizli polis örgütünü kurdu. Bu örgüt ona sınırsız bir güç veriyordu, ayrıca geniş çapta ispiyonculuk, tutuklamalar ve ceza hükmü verme ve cezaları uygulama yetkisine de sahipti. Rusya’da kızıl bir terör hakim olmaya başlamıştı. 1918 yılında, Sovyetler Birliği’nde ilk çalışma kampı kuruldu ve sonrasında bunlara ilaveten yeni çalışma kampları kuruldu.
Sonrasında, Lenin Sovyet Birliği politikacılarını onayladı, tüm Rus entelektüelleri sürgüne gönderdi. Kronstadt ayaklanmasında, özgür seçimler ve serbest ticaret talebinde bulunan bir kısım denizci ayaklanmış ve bir isyan başlatmıştı, Lenin’in bu ayaklanmaya cevabı ise çok sert olmuş ve bu isyanı bastırmıştı. 1922 yılında, Bolşeviklerin 11. Genel Kurulu’nda Lenin şu kararı okudu: “Her kim alenen ve açık bir şekilde anti-Bolşevik teorileri yayarsa tüfekle vurularak ölüm cezası mahkum edilecektir.”
Ağustos 1922’de Bolşevikler yeni bir sürgün yasası çıkarttı ve sene sonuna kadar 2 milyon Rus ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Lenin’in gaddarlığı Çar ailesinin yaptığı muamelede de kendisini gösterdi. O, Temmuz 1918’de tutuklanmış olan tüm Çar (Kraliyet) ailesinin mahkeme kararı olmadan vurularak öldürülmesini emretti. Bu 11 kraliyet üyesi sadece öldürülmekle kalmadı, aynı zamanda ölü bedenleri yakıldı ve asitle tanınmaz bir hale getirildi. Aslında Çar 2. Nikolaus, Lenin’in sürgündeyken özgür yaşamasına izin vermiş ve ayrıca aylık 8 ruble maaş bağlatmıştı, fakat bu durum Lenin’in ona minnettarlık duymasını sağlamayacak ve onu öldürmekten alıkoymayacaktı.
Zamanında Lenin’in öğretmenliğini yapmış Rus filozof Georgi Plehanov, Lenin’in gaddarlığını ölmeden önce sözlü bir şekilde şu sözlerle ifade etmişti: “Lenin’in hedeflerini gerçekleştirmek için yapmayacağı hiçbir şey yok, gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmaya çekinmez. Rusların yarısına mutlu bir sosyalist gelecek sunmak için Lenin, diğer yarısını yok etmekten çekinmeyecek birisidir.”
Soğukkanlı Diktatör Stalin
Lenin’den sonra Josef Stalin, Sovyet Birliği’nin başı oldu. Josef Stalin’in şu sözü aktarılmıştır: “En çok mutluluk veren şey, insanlar ile arkadaşlık kurmak ve bu arkadaşlığı geliştirmek, bu sayede o kişinin koşulsuz güvenini kazanmak ve en sonunda kafasını göğsüme koyduğunda, sırtına bir bıçak saplamak – işte bu tarif edilmesi zor bir zevk.”
Stalin 15 yaşından itibaren Marksizm’e inanmaya başladı ve Hıristiyanlığa sırtını döndü. Stalin’in devrimci yazılarında kaleme aldığı ilk eserlerden biri olan “Demonoschwili” ve “Besoschwili”, Gürcü dilindeki bu iki kelime “şeytan/şeytani” anlamına gelmektedir. O, 1912 yılından itibaren Stalin ismini kullanmaya başlar ve bu isim “demir adam” anlamı taşımaktadır. Lenin onun hakkında, “parti içerisinde tanıdığım en soğuk kanlı ve komünist parti içerisinde en önemli lider özelikleri olan kişi” demiştir. Komünist Enternasyonal Genel Sekreteri Bucharin, Stalin’i şu sözlerle tanımlamıştır: “O bir insan değil, o bir şeytan.”
1930 yılında Sovyetler Birliği’nde “Gulag” kuruldu. “Gulag”, var olan çalışma kamplarını ve beyin yıkama merkezlerini yeniden dizayn etti. Bu sistem, sonrasında tüm sosyalist ülkelerde kopyalandı. Bu çalışma ve beyin yıkama merkezlerinin ortak özelliği, tutukluların sahip olduğu çok kötü yaşam şartlarıdır. Stalin’in ölümünden önce, Sovyetler Birliği’nde tam 170 adet Gulag bulunuyordu. İstatistiklere göre, 1930 ve 1940 yılları arasında, açlık, zorlu iş koşulları ve işkence yüzünden yarım milyon mahkum hayatını kaybetmiştir. Ölen kişiler arasında birçok yazar, bilim adamı, akademisyen ve sanatçı vardı.
Stalin döneminde gerçekleşen kıtlık yüzünden, sekiz milyon Sovyetler Birliği vatandaşı açlıktan ölmüştür. 1930’lu yıllarda personel temizliği başlatılmıştı ve bu personeller farklı düzeylerde görevli komünist parti ve polis personellerini kapsıyordu. Temizlik operasyonları esnasında 2 milyon insan ölmüştür. Sovyetler Birliği Başkanı Gorbatschow’un danışmanı Alexander Jakowlew’un tahminlerine göre, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’ni yönettiği sırada 20-25 milyon arasında insan ölmüştür.
Cennet ve Dünya’ya Savaş Açan Bir Zalim – Mao Zedong
Mao Zedong bir zalimdi, o ÇKP’nin bir idolüydü ve Çin Komünist Partisi ona adeta bir tanrıymış gibi tapıyordu. Mao, tüm hayatını diğer insanlara zulüm etmek için adamıştı, o aynen Marx, Lenin ve Stalin gibi şiddete tapıyordu. Mao’un şu ifadesi çok meşhurdur: “Cennet ile kavga etmek, dünya ile kavga etmek, insanlar ile kavga etmek, mutluluğumuz sınırsız.” Bu kavgalar, Çin halkına akıl almaz felaketler yaşatmıştır.
Mao’un saltanat süresi boyunca, Çin’de adeta bir siyasi zulüm dalgası esmiştir. İlk olarak “toprak reformu”, sonradan “karşı-devrimcilerin bastırılması”, “Üç Anti ve Beş Anti-Kampanya”, düşünce reformu, “İleriye Doğru Büyük Sıçrama”, “anti-sağcı hareket” ve sonuncu olarak “Kültür Devrimi” gerçekleştirildi. Bu şiddet dolu ve anlamsız kampanyalar milyonlarca Çinlinin doğal olmayan yollardan ölmesine sebep oldu, aynı zamanda bu kanlı kampanyalar, Çin Kültürünü ve zamanın ahlak temelini de yok etti ve bu tam olarak bir felaketti.
1957 yılında Mao, Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti ve dünyanın hemen hemen her yerinden komünist parti temsilcileri Mao ile birlikte bir konferansa katılmak için Moskova’ya gittiler. 18 Kasım tarihli “Pekin-Televizyonu”nun bir haberine göre Mao, bir nükleer savaş hakkında konuşmuş ve şunu söylemiştir: “En kötü ihtimalle, dünyanın yarı nüfusu yok olsa bile geriye kalan komünizmi benimsemiş insanlar yeniden çoğalmaya başlayacak ve dünyayı yeniden inşa edeceklerdir.” Bu söylemi ile aslında Mao, komünizm için insan hayatının ne kadar değersiz olduğunu göstermiştir. Komünist parti içerisindeki şiddet; bir nesilden, diğerine aktarılmıştır ve komünist parti var olduğu sürece bu asla değişmeyecektir.
Binlerce senelik insanlık tarihine baktığımızda, insanlar daima ilahi ve yüksek bir güce inanmış ve saygı göstermişlerdir. İnsanlar, iyiliğin iyilik ve kötülüğün kötülük getireceğine inanmışlardı. Bu sayede insanlar birbirine şefkatli davranıyor ve kendilerini kontrol edebiliyorlardı. Bu ahlak bakımından çok önemliydi. Fakat, komünist parti tüm ilahi inançlara karşıydı ve tüm dinleri yok etmeyi amaçlıyordu. Aynı zamanda, halka zalim ve acımasız liderlerine adeta tapmaları ve koşulsuz itaat etmeleri dayatılıyordu. Yani aslında Mao, Çin halkına ilahi güce değil, kendisine inanmasını dayatıyordu – yani bu gerçekten de şeytani bir davranıştı.
“Komünizmin Kara Kitabı”na göre, 20. yüzyılın komünizm devrimleri esnasında yaklaşık 100 milyon kişi ölmüştür. Bunlardan 20 milyonu Sovyetler Birliği, 65 milyonu Çin, 1 milyonu Vietnam, 2 milyonu Kuzey Kore, 2 milyonu Kamboçya, 1 milyonu Doğu Avrupa, 1,7 milyonu Afrika ve 1,5 milyonu Afganistan vatandaşıydı.
Bu felaketlere yol açan, bu kadar nefret ve kin, şeytanın işi değilse kimin işidir, kim başka bu kadar kan ve cinayete susamış olabilir? Hemen hemen tüm komünist devletlerde, bu felaketler ve cinayetler yaşanmıştır. Bu yüzden; komünist parti, şeytanlar tarafından yönetilen bir mafya örgütüne benzetilmektedir.
Yiyuan Zhou ve Rosemarie Frühauf, The Epoch Times
Bazı insanların kanlı devrimi desteklemesi sonucunda komünizmin adı kötülenmiştir kanaatindeyim. Bunun suçlusu ideolojinin kendisi değil insanlardır. Komünizmi desteklemiyorum ancak sosyalizmin mantıklı olduğunu düşünüyorum. Politik bir düzen ve sosyalist bir ekonomi kötü olmaz bence. Komünizme giden yolda sosyalizm bir araçtır düşüncesi de saçmalıktır bence. Sadece insanların ezilmesini istemiyorum. Bence yazınızı biraz fazla taraflı yazmışsınız. Tabii ki düşüncelerinize saygım sonsuz. Bir fikrin yayılmasının tek yolu eğitimdir diyorum ve yazımı sonlandırıyorum. Yazınız için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.