Şeytanı Gördüm
Doğrusunu söylemek gerekirse, James Baldwin’i geç tanıdığım için üzgünüm. Her zaman söylediğim bir sözü tekrar etmek isterim: biz Atlantik’e uzak olduğumuz için, Amerikan tarihini ve edebiyatını genel olarak görmezden geliriz. Belki de Baldwin’in “Amerika bir masaldır, ama masalın kanla yazıldığını unutmamak gerekir.” yargısıyla onun hegemonyasına tavır almış olmamızdandır. Hatta biraz geriye gidip belleğimizde, Aşık Mahsuni Şerif’in Kıbrıs savaşı yıllarında söylediği “Amerika katil, katil” haykırmasının yer edinmesinden de olabilir.
James Baldwin’i yakın bir zamanda izlediğim 2016 yapımı “I Am Not Your Negro” belgeseliyle tanıdım. Belgesel aslında Baldwin’in tamamlanmamış bir projesidir ve yönetmeni Raoul Peck’tir. Filmin mükemmel metinleri Samule L.Jackson tarafından yazılmış. Belgesel, Baldwin’in Remember This House adlı tamamlanmamış kitabı üzerine kuruludur. Bu kitap taslağı, Baldwin’in yakın dostları ve sivil haklar liderleri olan Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr. üzerine düşünceleri ve bu üç liderin hayatlarının ve cinayetlerinin Amerika’daki ırkçılık sürecine ışık tutabilecek yönleri üzerine yorumlarını içerir. Amerikan’ın ırkçılık tarihi üzerine çekilmiş değerli bir belgesel.
Üvey babasının katı bir Katolik olması onun sosyal ve kültürel gelişimini etkilemiş. Siyahî olan Baldwin, erken yaşlarda beyazlar tarafından ailesine uygulanan ırkçı baskılardan uzaklaşmak için 1948 yılında Paris’e gider. Orada, hem siyah hem eşcinsel bir yazar olarak kimliğini özgürce ifade etme imkânı bulur.
“I Am Not Your Negro” belgeselinden esinlenerek, Baldwin yapıtlarını yakından inceleme fırsatı buldum. Özellikle, Amerikan sinemasında siyahların temsil edilme biçimlerinin gizlendiği önyargı, korku ve fantezileri keskin bir eleştirellikle ele alan Şeytanı Gördüm eseri Amerikan ırkçılığının adeta tarihini okuyucuya bir belgesel formatından sunmuş.
Baldwin’in eserleri genellikle şu temalar etrafında döner: Irkçılık ve beyaz üstünlüğü, Amerikan kimliği, cinsellik ve aidiyet, din ve ahlak, aile içi baskı ve toplumsal dışlanma. O, derin bir entelektüel ve politik bilincin yanında aynı zamanda insani bir duyarlılığa da sahip. Baldwin sık sık babasının beyazlardan etkilenip annesine ve kendisine baskı yaptığını ve annesine hep ‘çirkin kadın’ dediğini aktarır. Babasının aşkın otoriter kişiliği Baldwin’in sonraki gelişiminde hep bir nevrotik vaka olarak kalır.
Baldwin’in Şeytanı Gördüm eserindeki şu anısı oldukça dramatik bir itiraftır:
“Beni çirkin bulan yalnız babam değildi. Herkes benim garip olduğumu düşünüyordu. Zavallı annem de buna dâhil. Bir tek o beni bunun için dövmeye kalkışmıyordu. Madem gariptim – ki garip olmalıydım, yoksa insanlar bana bu kadar garip davranmazlardı ve ben kendimi bu kadar kötü hissetmezdim – belki bu gariplikten faydalanmanın bir yolunu bulabilirdim. Garip bir çocuk içten içe ve biraz da korkarak bilir ki garipliği yıllar içinde azalmayacaktır. O yüzden eğer yaşamak istiyorsa hesabını doğru yapmalıdır. Ve ben yaşamam gerektiğini biliyordum. Annemin mutlu olmasını ve benimle gurur duymasını çok istiyordum. Kardeşlerimi de çok seviyordum. Bir bakıma neyim varsa onlardan ibaretti.“
(B. James, Şeytanı Gördüm, YKY, s:27)
Baldwin, bütün eserlerinde ırk kavramına dair eleştirisini merkeze koyar. Irkçılık yalnızca bireysel eylemlerde değil, Amerikan kimliğinin inşasında, beyazlığın “norm” olarak kurulmasında yatar. Baldwin, ırkçılığı bir kişisel ahlâk sorunu olarak görür. Ona göre sorun sadece sistemde değil, bireyin kendini tanımayı reddedişinde yatar. Şöyle der: “Eğer kim olduğumu kabul etmezsen, seni kim olduğunla yüzleşmeye zorlarım.”
Bu söz, Baldwin’in etik konumunu özetler: Gerçek özgürlük, hem bireysel hem toplumsal bir kendilik farkındalığı gerektirir.
Baldwin’in kendisinin yazdığı bir piyesi ilk defa sahneye koyan beyaz öğretmeni Bille Miller hakkında söyledikleri Amerikan toplumundaki siyahilerin “varoluşsal” trajedisini göz önüne serer:
“On on bir yaşlarındaydım. Yazdığım ilk piyesi sahneye koyan oydu. İlk teatral huysuzluklarıma katlanmıştı ve nihayet dünyayı tanıma yolculuğunda bana eşlik etmişti. Bana okumam için kitaplar verir, kitaplar hakkında ve dünyada olup bitenler hakkında benimle sohbet ederdi. İspanya’dan örneğin ve Etiyopya’dan, İtalya’dan, Alman 3. Reich’den bahsederdik. Filmlere ve tiyatroya giderdik. O yaştaki bir çocuğu başka kimsenin götürmeyeceği, aklına getirmeyeceği filmleri ve oyunları izlemeye.
Onu seviyordum tabii. Kati bir şekilde seviyordum hem, bir çocuğun sevebileceği gibi. Söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama aklımda tutuyordum. Ve anlattığı her şeyin faydasını sonradan gördüm. Biraz da o benim korkunç hayatıma o kadar erken girdiği için olsa gerek, beyazlardan bir süre nefret etmeyi başaramadım hiç. Gerçi Tanrı biliyor ya, bir – ikisini ya da daha fazlasını öldürsem diye düşündüğüm çok oldu. Fakat Bill Miller benim gözümde hiçbir zaman Jean Crawford’un beyaz oluşu gibi ya da ev sahiplerinin dükkancıların ya da polislerin veya çoğu beyaz olan diğer öğretmenlerimin beyaz oluşu gibi beyaz değildi. Onlar gibi aklımı karıştırmaz, beni hiç korkutmaz ve bana hiç yalan söylemezdi. Bana acıdığını hiç hissetmedim. Üstelik bazen bize eski giysilerini ve balık yağı getirirdi. Özellikle benim için suyun boğulmaca öksürüğünden gelecek gibiydi o zamanlar.”
Aslında Baldwin’in Amerika için temel sorusu şudur: “Amerika’da siyah bir insan kim olabilir?” Bu yalnızca etnik bir soru değildir; ontolojik bir sorudur. Baldwin, insanın toplumsal bir aynada kendi varlığını aradığını söyler. Ama bu ayna, Amerika gibi ırkçı bir toplumda çarpıtılmıştır. Bu yüzden onun gözünde kimlik, doğuştan verilmiş değil, acıyla ve direnişle elde edilmiştir. Amerika aynı zamanda direnen halkların laboratuvarıdır. Bu durumda Baldwin, varoluşçu düşünceye yaklaşır. Sartre ve Camus gibi o da, insanın özünü toplumsal rollerden değil, eylemlerinden ve farkındalığından çıkarır. Ama Baldwin’de bu farkındalık, sadece bireysel değil, ırk, tarih ve toplumsal hafıza tarafından da şekillenir.