Cumhuriyet Demokrasi İlişkisi Üzerine

Siyasal düşüncenin Yunanlarla başladığı konusunda tarihsel olarak hemen hemen ortak bir düşünce hâkimdir. Buna göre, yani Yunanlara göre üç tip hükümet biçimi vardır: Tek kişinin egemen olduğu, birkaç kişinin ve birçok insanın egemen oldukları iktidarlar. Tek kişinin iktidarı monarşi, despotluk ya da diktatörlük biçimleri olabilir. Monarşi din, miras, seçim ya da yerleşmiş gelenekler temeli üzerine bir kral ya da kraliçenin iktidarı demektir. Despotluk, zor ya da hile ile kurulan ve sürdürülen bir kral ya da kraliçenin hükmettiği iktidardır.

Diktatörlük ise otoritesini özel ve acil bir ihtiyaçtan alan ve görevinin geçici olduğunu kabul edilen tek insanın egemenliğidir. Diktatörlük, demokratik yönetimin çöküşünün sonunda genellikle ortaya çıkan anarşinin doğal sonucudur. Ancak diktatörlük çok kez kısa süreli bir denetime sahip olduğu gibi, uzun bir zaman da sürebilir. Bir diktatör, bir kere ortaya çıktıktan sonra da, düşmanlarından korktuğu için bir daha inemez. Aslında diktatörü destekleyenler de karışıklık çıkacağı ve elindeki haksız kazançların kaybolacağı korkusuyla onun oradan inmesini istemezler. Böylece ölümüne kadar orada kalır. Diktatörlüğün monarşiye dönmesi yolunda belli bir eğilim vardır.

Demokrasi, seçmenlerin bütününün ya da çoğunun, iradelerini doğrudan doğruya ortaya koyarak iktidar sürmeleridir. Ancak bizi ilgilendiren konu, “siyaset felsefesi açısından her cumhuriyet bir demokrasi midir?” sorusudur.

Çağdaş Avrupa demokrasisi, sosyalist biçiminin en çok tutulan dönemine 1918 yılında ulaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı, modası geçmiş ilerici ülkeler ve despotluk ile demokrasi arasındaki bir çatışma olarak nitelendirilebilir.

Bunun ilk ve önemli sonucu Almanya, Avusturya, Macaristan ve Rusya monarşilerinin devrilmesi olmuştur. Dünya, Britanya, Fransa ve Birleşik Devletler gibi demokratik ülkelerin görüşüne göre yeniden biçimlendirilmekteydi. Demokrasinin, askerlerin uğruna savaştıkları bir rejim olmadığı düşüncesi artık tüm Avrupa’ya yayılıyordu.

Cumhuriyet, genel tanım olarak egemenliğin bir kişiye (örneğin bir krala) değil, millete ve halka ait olduğu bir yönetim biçimi olduğu için, çoğu zaman demokrasi kavramıyla özdeş tutulur. Ama tarihsel olarak bakıldığında bu durum her zaman halkın doğrudan yönetime katıldığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, Roma Cumhuriyeti halkın değil, aristokratik senatonun güçlü olduğu bir düzendi. 19. yüzyılın bazı cumhuriyetleri (örneğin Latin Amerika’dakiler) seçimli ama otoriter yönetimlerdi. Bu yüzden cumhuriyet, sadece monarşinin reddi anlamına gelir; demokratik bir yapı garanti etmez.

Cumhuriyet – Demokrasi ilişkisi son yıllarda, yeni küresel yayılmacılık ekseninde yeniden tartışılmaktadır. Başını ABD’nin çektiği güçlü başkanlık sisteminin giderek tek adam rejimlerine doğru evrilmesi ile yeni bir durum yaratmış durumda. Seçimle gelen liderlerin popülist dil ve halkın arzularını yeni enformasyon formülleriyle satın almaları, her cumhuriyette demokrasi olup olmayacağını sorgulatmaya başlamıştır.

Güçlü liderlerin tek adam rejimleri inşa ettiği yeni bir dünyaya doğru gidiyoruz. Cumhuriyet “kim yönetiyor?” sorusuna cevap verir. Demokrasi ise “nasıl yönetiyor?” sorusuna…

Son yirmi yılda dünya genelinde görülen “otoriterleşme dalgası” ya da “illiberal demokrasi” eğilimi, “tek adam” olgusunun farklı biçimlerde yaşandığını gösteriyor. Bu durum artık dünyanın bir numaralı sorunudur.

Bu de facto’nun tarihsel bazı nedenlerini belirtmekte fayda var.

Tarih boyunca demokrasiler, belli dönemlerde kriz, yorgunluk veya korku anlarında güçlü liderlere yönelmiştir. Örneğin Roma Cumhuriyeti kriz zamanlarında “diktatör” unvanıyla geçici güçlü liderler atardı (ama bu bazen kalıcı oldu). 20. yüzyılda Mussolini, Hitler, Franco gibi liderler halkın “istikrar” arzusunu kullanarak diktatörlüğe kaydılar. Bugün de benzer biçimde, halkın ekonomik güvensizlik, kimlik kaygısı, göç, belirsizlik gibi korkularla “güçlü bir el” aradığı görülüyor.

Yanıt Ver

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.