Adli yıl açılışında konuşan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı avukat Erinç Sağkan’ın Cumhurbaşkanlığı ekibi tarafından yayımlanması engellenen konuşmasının tam metnine TBB’nin internet sitesinde yer verildi.
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı adli yıl açılışında konuşan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı avukat Erinç Sağkan’ın konuşmasının yayımlanması Cumhurbaşkanlığı ekibi tarafından engellendi.
Sansür haberini CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Twitter hesabından yaptığı paylaşım ile duyurdu.
TBB Başkanı Sağkan’ın konuşmasının tam metni şu şekilde:
“Sayın Cumhurbaşkanım,
Sayın Yargıtay Başkanım,
Sayın Avukat, Yargıç ve Savcı Meslektaşlarım, Değerli Konuklar,
Karşınızda, yalnızca avukatların meslek örgütleri olan ve 180 bini aşkın üyeye sahip baroların çatı örgütü Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak değil, 85 milyon yurttaşımızın en kutsal ve temel haklarından olan savunma hakkının temsilcisi olarak bulunuyor ve hepinizi saygı ile selamlıyorum. İçinde bulunduğumuz dönemde, temel ve evrensel insan hakları için her doğan günde mücadele veren, dünyanın diğer ülkelerinde aynı mesleği icra eden meslektaşlarından çok daha büyük zorluklara göğüs gererek, adalete kimin ihtiyacı varsa bizzat orada bulunarak savunma hakkının kutsallığını ve adil yargılanma ilkesini kâğıt üzerinde bırakmayan tüm meslektaşlarıma teşekkür ederek başlamak isterim. Onlarla aynı mesleği paylaşmanın onurunu ve gururunu hissetmediğim tek bir günüm dahi yok.
Bundan tam 365 gün önce, yine sizlerin ve tarihin huzurundaydım. Geçen zamanda aramıza binlerce yeni meslektaşımız eklense de ne yazık ki bir gecede 122 ömür eksildik.
6 Şubat 2023 sabahından beri hiçbir şey eskisi gibi değil… Binlerce yurttaşımızı, onlarca meslektaşımızı, ülke tarihinin gördüğü en büyük trajedide kaybettik. On binlerce meslektaşımızın ailelerini, en yakınlarını, evlerini, iş yerlerini tek bir gecede kaybetmesine şahit olduk. Şimdi anlıyoruz ki; anlatılarda 40. gün hafifleyeceği söylenen yasımız, günlük ya da aylık değil ömürlüktür. Bugün üzerimde taşıdığım bu cübbenin, duvarları yıkılmış bir bina içerisinde, her şeye inat dimdik ayakta durduğu o fotoğrafın da, depremden itibaren hem ruhen hem de fiziken bir araya gelen Baro başkanlarımızın, yönetim kurulu üyelerimizin, baro emekçilerimizin ve bütün meslektaşlarımızın dünyada bir emsali daha olmayan dayanışması da gözlerimin önünden hiçbir zaman gitmeyecek.
Depremde yıkıma maruz kalan on bir ilimizde yaklaşık 17 bin meslektaşımız bulunmaktaydı. 10 binden fazla sayıda meslektaşımızın ofisleri ve/veya evleri depremden doğrudan etkilendi ve kullanılamaz durumdadır. Bir başka deyişle, Türkiye’de yaşayan her 15 avukattan biri, evini veya ofisini kaybetmiştir.
Türkiye Barolar Birliği, depremin ilk anından itibaren acil durum masasıyla çalışmalarına başlamıştır. İlk günün sabahında Yönetim Kurulu üyesi arkadaşlarımızla deprem bölgesine ulaştık ve gelişmeleri yerinde inceledik. Adalet Bakanlığıyla görüşerek yurttaşların ve avukatların hak kayıplarının önlenebileceği önerilerimizi paylaştık. Gerek temel ihtiyaç malzemelerinin bölgeye ulaştırılması, gerekse barınma ihtiyacı gibi acil durumlar için bütün kaynaklarımızı seferber ettik. Çok sayıda suç duyurusunda ve hukuki girişimde bulunduk, hukuki süreçleri kararlılıkla takip ediyoruz. Hukuk rehberi ve videolar hazırlayarak yurttaşların hukuki bilgi sahibi olmasına yönelik çalışmalar gerçekleştirdik. Depremden sonraki on gün içerisinde Enkaz Radarı uygulamasını hayata geçirerek, sorumluların cezasız kalmaması ve adaletin tecelli etmesi için delil toplanması çalışmalarına yüzlerce meslektaşımızla bilfiil katkı sunduk.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak, bu büyük ailenin ve dayanışmanın bir parçası olmaktan onur duyduğumu ifade etmek isterim. Yola çıkarken “hiçbir meslektaşımız ve baromuz yalnız, hiçbir yurttaşımız savunmasız kalmayacak” demiştik. Tarihin en ağır afetlerinden birini yaşarken bu sözümüzü tutabilmemize vesile olan büyük mesleki dayanışmamızın bileşenleri Baro Başkanlarımıza, yönetimlerimize, meslektaşlarımıza ve baro emekçilerimize şükranlarımı sunuyorum. Ancak bu ağır süreçte, özellikle depremzede meslektaşlarımızın, vatandaşlarımızın haklarını savunmak için tekrar ayağa kalkabilmeleri ve mesleğimizin onuruna uygun şekilde çalışma koşullarının oluşturulmasını teminen kurumlara ilettiğimiz taleplerin, iki ilimizde valilikler ve belediyeler tarafından verilen konteyner desteği dışında karşılanamadığını ve savunma makamının yalnız bırakıldığını üzülerek ifade etmek durumundayım. Umudumuz ve beklentimiz yeni adli yılda deprem bölgesinde halen çok büyük sorunlar içerisinde yurttaşlarımızın hak arama mücadelesinde yanlarında olan meslektaşlarımızın durumlarının görünür olması ve sunduğumuz çözüm önerilerinin ivedi şekilde hayata geçirilmesidir.
Bir hususu daha mutlaka belirtmek gerektiği inancındayım. Eksiklikler, hatalar muhakkak olmuştur ancak içerisinde bulunulan çok ağır şartlar dahilinde Cumhuriyet Savcılarımızın ve Sulh Hâkimlerimizin sahada delil toplama çabalarının en yakın tanığı olduk. Yıkıntıların arasında, adaletin gerçekleşmesi, sorumluların ortaya çıkması için kendi canlarını, ailelerini bile düşünemeden çalışan adalet teşkilatımızın her düzeyinden mensubuna binlerce kez teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu vesileyle, hayatlarını kaybeden avukat, hâkim, savcı meslektaşlarımıza, adalet camiamızın diğer bileşenlerine; Allah’tan rahmet, Milletimize bir kez daha baş sağlığı diliyorum.
Medeniyet tarihi, insan hikayeleriyle; zulme ve karanlığa karşı çıkışın tarihi ise avukat hikayeleriyle yazılmıştır. Ülkemizin yakın tarihi de bu gerçekliğin örnekleriyle doludur.
1960 Darbesi sonrası Yassıada Yargılamaları’nda yasaklama kararına rağmen yargılanmayı göze alarak merhum Başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını yapan Baro Başkanımız Av. Orhan Apaydın ve kardeşi Av. Burhan Apaydın, savunma hakkının kutsallığını ülkemizin yakın tarihine tek başlarına nakşetmemiş midir? Türkiye Barolar Birliği Kurucu Başkanı Av. Prof. Dr. Faruk Erem, 1971 Muhtırası’nda darbeci sıkıyönetim komutanına telgraf çekerek “Demokrasiye inanmış değerli bilim adamları emrinizle gözaltına alınmış iken, dışarıda olmaktan utanç duyuyorum. Açık adresim aşağıdadır. Gereğini emirlerinize sunarım” diyerek karanlığa karşı durma cesaretini bizlere miras bırakmamış mıdır? Ulusun iradesini gasp eden 1980 darbecilerinin ilk işlerinden birinin İstanbul Barosunun kapısına mühür vurması tesadüf müdür? 1980 Darbe Anayasası’na kimsenin “hayır” diyemediği ve nihayetinde Anayasa’nın %91 çoğunlukla kabul edildiği dönemde bile Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu, bu darbe anayasası hakkında “(…) halkın oyuna inanmayan ve genel olarak seçimi önemsemeyen, çoğulcu demokrasiye ve çağımızın tüm sosyal ve hukuksal değerlerine ters düşen, Türk Toplumunu çok gerilere ve çeşitli bunalımlara sürükleyebilecek nitelikte … [b]u haliyle Tasarının düzeltilemeyecek bir öneri olduğu” tespitini ve günümüzü dahi aydınlatan onurlu duruşunu memleketin yakın tarihine yazmamış mıdır? Bu ülkede kadınların hukuk fakültesine girebilmelerinin ve hatta bir restoranda serbestçe yemek yiyebilmelerinin önünü dahi bir avukat, ülkemizin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu açmamış mıdır? Şu anda, ben bu salonda bu konuşmayı yaparken; ülkenin dört bir yanındaki adalet saraylarında, isimsiz binlerce hukuk kahramanı, kimin ihtiyacı varsa onun yanında, hakikati arayıp adaleti inşa etmiyorlar mı? İşte söz konusu adalet olduğunda; kimsesiz bir çocukla, dünyanın en kudretli insanını bir mahkeme salonunda eşitleyen, kanun önünde eşitlik ve adil yargılanma ilkesidir. Adil yargılanma ilkesinin de olmazsa olmazı savunma hakkı ve onun temsilcisi olan avukattır.
Kutsallığı, zamanı ve mekânı aşan savunma hakkını temsil eden mesleğimiz hakkında sizlere olumlu bir tabloyu sunmayı çok isterdim. Ancak avukatlık mesleği bakımından tablonun çok vahim olduğunu ifade etmek durumundayım. Bugün burada, çeşitli platformlarda defalarca kez dile getirdiğimiz, mesleğimizin artık neredeyse sürdürülemez hale geldiği genel sorunlardan, stajyer avukatların, bağlı çalışan avukatların, kamu avukatlarının sorunlarından ayrı başlıklar altında söz etmeyeceğim. Yönetimimizin geride bıraktığı yirmi aylık görev süresi boyunca, hemen her günümüz, detaylı başlıklara ilişkin tespit ve çözüm önerilerimizin ayrı ayrı yetkili kurumlara ve kamuoyuna aktarılmasıyla geçmiştir. Şu anda Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurumu ile uyumlu bir çalışma sürecini başlattık. Umut ediyorum ki, bir sonraki adli yıl açılışında artık bazı sorunların çözümüne ilişkin somut adımlar atıldığından bahsedebilirim. Şimdi bahsedeceğim hakikatler ise sadece avukatların meslek sorunu değil 85 milyon yurttaşın içinde bulunduğu adalet yakarışlarıdır.
*
Mesleğimizi icra ettiğimiz yargı sisteminde hukuka güven alarm vermektedir. Bu kapsamda en önemli başlığımız; yargı bağımsızlığı ile tarafsızlığının tam anlamıyla sağlanması, savunmanın güçlendirilmesi ve hukukun üstünlüğünün içselleştirilmesi olmalıdır. Ülkemiz, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 140 ülke arasında 116.; Doğu Avrupa ve Asya kategorisinde ise 14 ülke arasında sonuncu olmuştur. Yürütme temsilcilerinin başkanlık ettiği Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yapılanması kuvvetler ayrılığı ilkesini sorgulanır hâle getirmekte, coğrafi teminat düzenlemesinin tabii hâkim ilkesi bakımından önemi ve bu ilkenin de temel hak ve özgürlüklerle olan bağlantısı nedeniyle hukuka güveni sarsmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının mahkemeler tarafından emsal dosyalarda göz ardı edilmesi, en son uygulanması gereken tutuklama tedbirinin şartları oluşmadığı halde bir cezalandırma aracı olarak uygulanması örnekleri, başta ifade hürriyeti ve adil yargılanma hakkı gibi temel haklarda yargıyı hak ve özgürlüklerin teminatı olma işlevinden uzaklaştırmaktadır. Mahkeme kararları, AYM ve AİHM kararları elbette eleştiriden muaf değildir. Ancak mahkeme kararlarının ne sebeple olursa olsun uygulanmaması, hukukun bir bileşen olduğu hiçbir düzlemde kabul edilemez. Halen kendisinden ilham aldığımız, özlemle andığımız meslektaşımız Uğur Mumcu’nun dediği gibi “Bir ülkede devletin güvenliği ile hukukun güvenliği eş anlamlıdır. Devlet güvenliği adına hukuk güvenliğinin ortadan kaldırılması, demokrasi ve hukuk devleti için ilerde onarılmaz yaralar açar”.
Yargı bağımsızlığının en önemli göstergesi ve hukuka duyulan güvenin teminatı, hukuki öngörülebilirliktir. Bugün yargı sistemimizin en büyük sorunu; vaktinde verilmiş, hukuki olarak öngörülebilir nitelikte yargı kararlarına ulaşamamaktır. Gerek uzayan yargılama süreçleri gerekse hukuki öngörülebilirlikten uzak kararların çeşitli sebepleri bulunuyor. Bunların bir kısmı, yürütmenin ve siyasetin, yargı organları üzerindeki etkisiyle ilişkilidir. Basit bir tutum değişikliği ve hâkimlerimize buna ilişkin güvencenin hissettirilmesiyle bugünden yarına çözülebilecek bir sorun… Öte yandan öngörülebilirliğe ilişkin başka yapısal unsurların varlığına da dikkat çekmemiz gerekiyor. Bu unsurlar, muhakeme sürecinde yer alan aktörlerin hukuki niteliğiyle ilişkilidir. Liyakatsiz atamalar, bilgisizlik veya tecrübesizlik nedeniyle yargılama sürecinde yapılan hatalar, siyaset kurumunun hiçbir müdahalesi olmasa dahi hukukun üstünlüğünü içselleştirememiş olmanın getirdiği tutum ve davranışlar, sağlıklı ve rasyonel bir argümantasyon yürütüldüğünü ortaya koyacak gerekçeli karar eksikliği gibi hususlar hukuk güvenliği kavramını sorgulanır hâle getirmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Ülkemizin iktisadi olarak içinde bulunduğu enflasyonist ortam ve ekonomik kriz, hepimizin malumudur. Ülkelerin refahının kalıcı ve istikrarlı bir şekilde artırılması ve artan refahın tüm toplum kesimleri arasında adil bir biçimde paylaşılması, ancak hukukun üstünlüğü prensibine dayanan, hak ve özgürlükleri yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla güvence altına alan demokratik hukuk devletlerinde mümkündür.
Bildiğiniz üzere 2019 yılında Yargı Reformu Strateji Belgesi kamuoyu ile paylaşıldı. Ayrıca buna dayanılarak 2021-2023 yılları için İnsan Hakları Eylem Planı hazırlandı. İnsan Hakları Eylem Planı’nın alt başlığı ve mottosu “Özgür Birey, Güçlü Toplum; Daha Demokratik Bir TÜRKİYE” şeklinde belirlenmişti. Bu mottoya aynen katılıyoruz: Özgür Birey, Güçlü Toplum ve Demokratik Türkiye ortak idealimizdir.
İnsan Hakları Eylem Planı, “2.6. Savunmanın Güçlendirilmesi ve Avukatlık Hizmetlerinde Kalitenin Artırılması” başlığı altında yer alan g, h ve i bentlerinde bu ideale ulaşılmasını sağlayacak faaliyetlerden üçünü şu şekilde belirlemiş:
– “Yargıda sosyal devletin bir gereği olarak maddi durumu yetersiz olan kişilere verilen adli yardım hizmetleri için avukatlardan alınan vergi oranı yeniden düzenlenecektir”.
– “Zorunlu müdafi ücretleri artırılacak ve bu ücretlerin gecikmeksizin ödenmesi için evrakların dijital ortamda tamamlanması sağlanacaktır”.
– ‘’Kamu avukatlarının çalışma esaslarına ve özlük haklarına yönelik iyileştirme yapılacaktır’’
Eylem Planı’ndaki farklı hedefler doğrultusunda hayata geçirilen olumlu değişiklikleri bizler de memnuniyetle takip ediyoruz. Çocukların ve suç mağdurlarının adli süreçte ikincil örselenmelerinin önlenmesi amacıyla oluşturulan adli görüşme odaları ve çocuk izlem merkezlerinin ülke genelinde yaygınlaştırılması, keza adliyelerde suç mağdurlarının kendilerini yalnız hissetmemelerine yönelik tedbirler kapsamında çocuklar, kadınlar, engelliler ve yaşlılar başta olmak üzere, yardımcı olmak amacıyla kurulan Adli Destek ve Mağdur Hizmetleri Müdürlüklerinin yaygınlaştırılması, Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı…
Bununla birlikte, Eylem Planı’nda savunma makamı için öngörülen olumlu adımların atılmadığını ifade etmek durumundayım. Yukarıda bahsettiğim, adli yardım hizmetlerinde KDV oranı son artış ile yeniden %10 olmuştur. Ayrıca adli yardım ödeneğinin yetersizliği nedeniyle çok sayıda meslektaşımız yaptığı işin ücretini yıllarca alamadığı gibi artık Barolar tarafından görevlendirme de yapılamamaktadır. Nisan ayında yapılan yasal düzenleme ile adli yardım için ayrılan ödeneğin %2’den %3’e çıkartılmasını yetersiz ancak olumlu karşılamakla birlikte %1’lik artışın Meclis’in iradesine aykırı olarak bu seneki ödeneğe yansıtılmamasını halen anlayamıyoruz. Özellikle ekonomik yönden dezavantajlı durumdaki vatandaşlarımızın adalete erişimi bakımından sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmayan bu durumun ivedilikle çözülmesi gerekmektedir.
Keza, zorunlu müdafi ücretlerinde, yıllık enflasyona bağlı olağan artışın üzerinde bir iyileştirme maalesef gerçekleşmemiştir. Örneğin bugün zorunlu müdafilik kapsamında soruşturma evresi için atanan bir avukatın yaptığı bu kamu hizmeti karşılığında emeği için takdir edilen ücret, vergiler düştüğünde sadece 964 Türk lirasıdır. Bu ne avukatın emeğine ne de insan hakları belgelerine altını çizerek yazdığımız vatandaşın adalete erişim, adil yargılanma ve savunma hakkına revadır. CMK görevlendirmeleri için uygulanan Tarife’nin şu anda pek çok meslektaşımız için açık bir yara olduğunu, basit pansumanlarla giderilmesinin ise artık mümkün olmadığını tekrar ifade etmek isterim.
Yine kamu avukatlarının özlük haklarına ilişkin olarak verilen taahhüdün bugüne kadar yerine getirilmediğini de belirtmem gerekiyor.
Kuşkusuz ki, iktisadi krizler ve ekonomik darboğazlar geçicidir. Ancak Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın dediği gibi; bir millet iktisadi krizle düşmez, hukuki ve kültürel yapıdaki derbederlikle düşer. O nedenle gerek yargı sistemimizin içerisinde bulunduğu olumsuzlukları gerekse avukatlık mesleğinin ağır sorunlarını dile getirmeyi yasal sorumluluğumuz olduğu kadar ülkemize olan borcumuz olarak da görüyoruz.
Mesleğimiz dünyada emsali az rastlanır niceliksel bir enflasyonla niteliksizleştirilmekte ve itibarsızlaştırılmaktadır. Birçoğunun akademik kadrosunun yetersiz olduğu görülen 92 hukuk fakültesinden her sene yaklaşık 20 bin mezun sisteme dahil olmaktadır. Bu, dünyanın hiçbir yerinde kabul edilebilir bir artış olmadığı gibi, avukatların meslek sorununa değil ulusal bir krize işaret etmektedir. İnsan Hakları Eylem Planı’na uygun olarak, hukuk fakültelerine girişte uygulanan 125 bin başarı sıralaması şartı 100 bine yükseltilmişken, yürütmenin bu olumlu iradesine rağmen bir gecede YÖK kararı ile hukuk fakültesi kontenjanlarının 125 bine düşürülmesi, ulusal çapta bir hukuk yıkımının katalizörü olarak tarihe geçecektir. Esasen artık, 100 bin sıralaması dahi yeterli değildir; ivedilikle yapılması gereken, hukuk fakültesi başarı puanı sıralamasının kısa vadede 75 bine, ardından 50 bine çekilmesidir. Tekrar ve tekrar vurgulamak isterim ki, hukuk fakültelerindeki bu niceliksel enflasyon ve niteliksel düşüş sadece biz avukatların değil tüm memleketin meselesidir.
*
Ülkemizde kitlesel bir şiddet sarmalının her geçen gün daha da hissedilebilir olduğu açıktır. Ülke genelinde yaşanan cinnet ve cinayet haberleri kaygı düzeyimizi artırmakta, çocuklarımızın geleceği hakkında bizleri endişeye sevk etmektedir. Mesleki şiddetin birincil mağdurlarından birinin avukatlar olduğu ise tartışmasızdır. Ülkemizde avukatlar; aldıkları dosyalarla ilişkilendirilmekte, anlaşmazlıkların tarafı görülmekte ve şiddetin ve hatta cinayetin mağduru olmaktadırlar. Avukatların içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik kaos halinin onları intihara sürüklemesi ise maalesef ki yeni gerçekliğimiz haline gelmiştir. Bu ülkede avukata dönük şiddet ve avukat intiharları ulusal düzeyde politikalarla derhal ele alınmalı ve çözülmesi için gerekli adımlar tek bir gün dahi gecikmeden hayata geçirilmelidir.
*
Ülkece herkese hayırlı olmasını dilediğim yepyeni bir seçimi çok yakın bir zamanda hep beraber idrak ettik. Bizler, artık kangrenleşmiş meslek sorunlarının hayatımızın önceki dönemine ait olduğu yepyeni bir başlangıcın eşiğinde olduğumuza inanmak istiyoruz. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin en somut ifadesi olan Yüce Meclisimize seçilen hukukçu milletvekillerine, Türkiye Barolar Birliği Başkanı, ama her şeyden evvel hukukçu bir meslektaşları olarak gönderdiğim mektupta da ifade ettiğim üzere, Türkiye Barolar Birliği; yasama organımızın demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, hukuk devletinin işlerliğine katkı sağlayacak her adımında; hukuksuzluklara ve hak ihlallerine karşı verilecek her mücadelede dayanışma içinde olmuştur; bundan sonra da olmaya devam edecektir. Ancak belirtmek isterim ki, hukukçu milletvekillerine gönderdiğim bu mektup, olması gerekenden bir eksiktir. Meslektaşımız ve milletin iradesiyle seçilmiş Milletvekili Can Atalay’ın olması gereken yer, demir parmaklıklar arkası değil, Anayasa Mahkemesinin emsal kararları gereğince milletin Meclisi’dir.
**
Gördüğünüz üzere temelde, geçen sene adli yıl açılış konuşmasında dile getirdiğim sorunlar güncelliğini koruyor.
Ancak kararlılıkla dile getirmek isterim ki, son sözüm ve teşekkürüm de ölene kadar aynı kişiye, aynı cümlelerle olacaktır. Çünkü bizim şükranımızın birincil muhatabı da yolumuzu aydınlatan ışığın kaynağı da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Bize bu umuda ve hüzne doygun coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kılacak hukuk devletini yeniden, eskisinden daha sağlam şekilde tesis etmenin azmini, kararlılığını ve cesaretini veren, o mavi gözlü Selanikli yetimdir.
“Adalet Mülkün Temelidir” yazılan her mahkeme salonu ve eşitliğin, hakkaniyetin, adaletin, bağımsız yargının ve insan onurunun öğretildiği her hukuk fakültesi salonu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasıdır.
Bizler bugün mirasına sahip çıkmak için cübbelerini yeri geldiğinde barınak, yeri geldiğinde yıkılması mümkün olmayan çatı, yeri geldiğinde de tahakkümün karşısında kalkan yapan avukatlarız. Kılavuzumuz, pusulamız, güneşimiz Cumhuriyet’in kurucu değerleri ve Atatürk ilke ve devrimleridir.
Yeni adli yılın ülkemize hayırlı olması temennisiyle,
Hepinize saygılarımı sunuyorum.”
Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.