Tarih kokan şehir: Bursa
Türbeleri, hanları, hamamları, camileri, külliyeleri, çarşıları, köprüleri ve tarihi evleri ile insana şaşkınlığı ve çoşkuyu bir arada yaşatan bir kent Bursa. Özellikle ikindi ve akşam arası heryerin gölgelendiği ve ışıklandığı saatlerde ortaya çıkıyor o güzelliği… Kozahan’ın kapısından içeri giriyorsunuz ve bir tarihe adım attığınızı hissediyorsunuz mesela. Han’da gölgelerin ve ışıkların arasında bir ağırbaşlılık bir huzur. Bir Han havası, avlusu cıvıl cıvıl rengarenk. İnsanlar yine cıvıl cıvıl. Şehrin insanlarının üzerinde sanki bu tarihten gelen bir nezaket.
Yukarı çıkıyorsunuz saltanat kapısına, Orhan Gazi ve Osman Gazi Türbeleri ile Saat Kulesi. Bir tarih yaşadığınızı hissediyorsunuz yine o an. Ardınan Alibey Han. İçeri giriyorsunuz. Oda oda. Duvarlar taş. Sanki tarihten bir kişi gelip karşınıza dikiliverecek gibi oluyorsunuz. Oradan çıkın arnavut kaldırımı sokaklar. Çeşmeler, sokak arasındaki ev camiler, böyle bir atmosfer içinde bir de insanların yüzü daha bir aydınlık geliyor insana.
Tekrar iniyorsunuz Yeşil Türbe’ye. İhtişamı içinde duruyor şehrin göbeğinde. Müzey-i Humayun ve taş yazma üzerinde kitabesi. Ara sokaklarda antikacılar, dükkanlarında antikanın binbir çeşidi. Öyle de insanlar ki, o antikalar kadar çok yaşamışlar ve görmüşler de, antikalar gibi ağırbaşlı olmuşlar sanki. Konuşmalarında bir ağırlıkbaşlılık, gizemli bir bilmişlik, gözleriyle: “Biz dünya malını neyleye?” diyorlar gibi.
Devam ediyorsunuz ve Irgandi köprüsü. Dünyada zor bulunan, eşine az rastlanır esnaflar köprüsü. Bir proje ile her bir dükkan bir sanatkara verilmiş. Üzerinde, el minyatürü, sedef, oyma, metal sanatları ile ilgili ustaların atölyelerinin yanında bir de kafe var. Kafedeki loş ve ahşap pencerelerin birinin önüne oturduğunuz ve akan nehri seyrettiğiniz zaman, o eski, elektriğin olmadığı, zamanın daha sakin ve derince aktığı, her şeyin anlamlarının daha yerli yerinde olduğu bir zamanın durağanlığını yaşıyorsunuz. İnsana bir melankoli hissi de çökmüyor değil aslında ama yine de bunu yaşamak gerek. O geçmişle zihinsel bir bağlantı kuruyorsunuz o pencerinin önünde ve yaşadığımız zaman ile o eski zaman arasında bir karşılaştırma yapıyorsunuz. Ve anlıyorsunuz, bizim yaşadığımız zaman aslında yok gibi. Anlamlarımız sanki akmış ve gitmiş o nehir ile birlikte.
Teleferiğe biniyorsunuz sonra ve başlıyorsunuz Uludağ’a doğru çıkmaya. Yüzünüz şehre arkanız dağlara dönük. Bakıyorsunuz o sokaklarında gezerken sizi şaşkına çeviren şehir şimdi üzerine kara bir bulut gibi çökmüş bir sis tabakası ile kaplı bir şehir olmuş. Artık Bursa bir sanayi şehri, havası rüzgarlarla temizlenen. Ovaya kayıyor gözleriniz hüzünlüce.
Tabii Bursa’nın İskender’ini unutmamak gerek. İskender, eti yatay değil de düşey pişirmeyi akıl eden kişinin adı. Şu anda İskender geleneğini sürdüren ise bu kişinin torunları. Tabii ki Bursa’da çok güzel İskender Kebap yapan başka yerler de var. Bunu size anlatma sebebimiz bu yazıyı esprili bir şekilde bitirmek. Birgün bir arkadaşım, şu anda İskender Kebapçısının sahibi Yavuz İskender ile otururken ona bir soru soruyor: “Yavuz abi, İskender sarımsaklı olur mu?” Yavuz bey cevap veriyor: “Ben olur dersem olur.” Arkadaşım. “Neden?” diye soruyor. Yavuz bey de “İskenderi icat eden dedem. Ben nasıl dersem öyle olur.” diyor.