Mulu’dan Penang’a
Mulu çok güzeldi fakat konakladığım yer hiç de öyle değildi. Adamlara ilk gün parayı verdim, ondan sonra da etrafta hiç kimseyi görmedim. Eşyalarımı alıp çıktım en son gün. Sadece yatak parasını aldılar, o kadar. Mulu’ya geldiğiniz zaman, milli parkın içinde konaklayın derim. Dorm yatak sistemi parkın içinde de var ve çok daha düzgün işletiliyor.
Mulu’dan ayrılmadan önce, kantinde, Fransız bir aileyle tanıştım. İnternete bağlanacaklardı ama giriş için gereken aparat bendeydi, öyle bir vesileyle tanıştık. 6 aydır Güney Asya ülkelerini dolaşıyorlarmış. Endonezya’dan geliyorlarmış. Biraz yorgunlardı. 3 kişilerdi. 15-16 yaşlarında oğulları da yanlarındaydı. Buradan nereye gidecekleri konusunda tam emin değillerdi, sadece, 2 ay sonra Fransa’da olmaları gerekiyormuş.
Ben de Türkiye’ye gelmelerini önerdim. Oturup birlikte bir rota çıkardık. Plana göre önce İran’a uğrayıp Yazd ve İsfehan’ı görecek, ardından da trenle Türkiye’ye geçecekler. Diyarbakır- Mardin- Urfa’yı gördükten sonra Doğu Karadeniz’e gidecekler. Sonra da batıya doğru ilerleyip İstanbul’a ulaşacaklar. Onlara şehirler hakkında biraz bilgi de verdim. Bir ihtiyacınız olursa bana mutlaka email atın yardımcı olurum deyince çok mutlu oldular. Uzak yerlerde insanların birbirine yardımcı olması kadar güzel bir şey yok. İşleri çok kolaylaştırıyor.
Mulu havaalanına gelince üzüldüm ayrılacağım için. Burası havaalanı değil zaten başka bir şey. Bana bir yatak versinler yaşayayım bu havaalanında. Herhalde toplamda 500-600 metrekare falandır kapalı alanı. Havaalanından 20 metre sonra orman başlıyor. Alandan ilk çıktığınızda, manzaranın güzelliği karşısında bir an şaşırıyorsunuz zaten. Dünyanın en güzel havaalanı bile olabilir burası.
Uçakta çok az kişiyiz. 5-6 kişi. 3 gündür gördüğüm insanlar zaten hepsi. Hostes kız gelip sürekli bir şeyler ikram etmek istiyor. Herhalde ellerindeki malzemeler fazla kaldı.
Borneo’da gökyüzü sizi her an heyecanlandırabilir. Uçağın penceresinden, aşağıdaki yemyeşil orman denizine bakıyorum. Bulutlar, pamuktan toplara dönüşmüş. Çok yoğunlar, sanki üzerlerinde durabilirsiniz gibi. Sonra aniden bir gökkuşağı belirdi bulutların arasından. Size illa ki kendisini izlettirmek istiyor. Hiç rahat yok, havada bile.
Mulu-Kuiching uçakla 2 saat. Mulu’nun içerisinden geçen nehir, Kuiching’e kadar kesintisiz devam ediyor ve yol boyunca kollara ayrılıyor. Kuiching’e yaklaşırken bazı noktalarda eni o kadar genişliyor ki, birkaç yüz metreye ulaşıyor. En sonunda da kollar birleşerek kahverengi büyük bir göl haline geliyor.
Şehre girerken yine immigration noktalarından geçtik. Pasaportuma o kadar çok damga vuruldu ki, her farklı şehre giriş çıkışta başka bir ülkeye giriş çıkış yapıyorsunuz burada. Ülke değiştirme prosedürü işliyor. Buradaki insanların ülke kavramları da değişmiş. Sarawak’ta mıyız, Malezya’da mıyız, Sabah’ta mıyız, Borneo’da mıyız artık ben de şaşırdım.
Bangladeşli bir çocuk yaptı pansiyona giriş kaydımı. İlk andan itibaren çok yardımcı oldu. Harita çıkarıp şehri tanıttı, yapılacak seyleri anlattı vs. ama ben fazla kalamayacağım burada. Aslında planlama hatası yaptım. 1 gün daha kalıp Pako National parka gitmeliydim.
Nehir kıyısına doğru inerken, ilk dikkatimi çeken şey, yine şehrin üzerindeki muazzam gökyüzü oldu. Yürümeye devam ederken görüntü yine o kadar güzelleşti ki, ışığı kaçırmayayım diye koşmaya başladım. O sırada hemen önümde 4-5 atlet koşuyordu. Bildiğiniz atlet. Koşu formalarıyla kollarında kronometre falan koşuyorlardı. Yavaş bir tempoda koştukları için, onlara yetiştim. Komik bir manzaraydı gerçekten. Başladılar gülmeye adamlar, bir şeyler konuşuyorlar aralarında. Neyse, ben gazı kökleyip onları sollayarak sağa doğru keskin bir viraj aldım ve attım kendimi nehir kıyısına.
Hava karardıktan sonra nehir boyunca ilerlemeye başladım. Her geçen, gülümsüyor, selam veriyor. Selam vermekten yoruldum Borneo’da. Hala batılı çok az, neden gülümsemesinler ki! Hemen ileride, sokak müziği yapan çocuklar vardı. 3-4 kişilerdi ve hepsinin sesi çok iyiydi. İngilizce parçalar söylüyor ve oldukça da temiz çalıyorlardı. Oturup 1 saat kadar onları dinledim. Her parça bitiminde alkışlıyorum, çok hoşlarına gidiyor, bir süre sonra iyice havaya girdiler. Ben onları böyle alkışlayınca etrafta bulunan bazı insanlar da alkışlamaya başladılar. Gerçekten temiz çalıp söylüyorlardı ama. İyi geldi onları dinlemek. Ne zamandır doğru düzgün canlı müzik te dinlemiyordum. Ara verince, biri yanıma geldi. Tarzlarını çok sevdiğimi söyleyip ona birkaç albüm ismi yazdım ben de. Genelde Counting Crows parçalarını andırıyordu söyledikleri, özellikle vokal tarzları çok benziyordu. Çin malı ve oldukça küçük kasalı klasik gitarlar çalıyorlardı fakat nasıl o kadar iyi ses verdiklerine şaşırdım doğrusu. Tam benim istediğim tonu veriyorlardı. Taşımaya üşenmesem gidip bir tane alacağım.
Yemek yemeyi düşünürken hemen karşıda bir Mc Donald’s gördüm. Big mac menüyü 3 dolara satıyorlar. Yemekten çok canım kola istiyordu aslında. Normalde aram pek yoktur ama bu sıcakta soğuk bir kola iyi geldi. Bu arada Mulu’daki şu Fransız aileyle konuşurken, priz dönüştürücüsünü orada unutmuşum. Yakındaki bir alışveriş merkezine gidip yenisini aldım mecburen.
Ertesi sabah erkenden kalkıp şehrin atmosferini görmek için dışarı çıktım. Nehir boyu dolaştım. Ardından hostele dönüp taksiyle havaalanına gittim. Yolda taksiciyle Çin hakkında konuşmaya başladık. Kendisi Çinliymiş. Ona Çin Komunist Partisi’nin yıllardır, Çin’de yaşayan Falun Dafa uygulayıcılarını nasıl acımasızca öldürdüğünü, toplama kamplarında tutup, organlarını zorla aldıklarını anlattım. Bunu duyunca çok şaşırdı ve ÇKP’yi hiç sevmediğini çünkü çok saçma şeyler yaptığını anlatmaya başladı ve benim bunları bilmemden dolayı da bayağı şaşırmış görünüyordu. İnsanlar olan biteni bilmiyor sanıyordum dedi.
Kuiching’den ayrılma zamanı da geldi. 2 saat sonra anakara Malzeya’ya doğru uçmaya başladım. Penang bir ada şehri. Malezya’nın kuzeybatısında bulunuyor ve anakaraya bir köprü ile bağlı. Yeni yapılan köprü tam 26 km imiş.
Aslında buraya sadece Georgetown’ı görmek için geldim. Georgewtown, Penang’ın içerisindeki eski bir yerleşim bölgesi. Aynen Mulu gibi, burası da Unesco Dünya Kültür Mirasları listesinde bulunuyor.
Önce bir süpermarkete girip, bir paket tost ekmeği ile çikolata soslu fındık ezmesi aldım. Caddenin kenarındaki duvarda çingene gibi oturup, yemeye başladım. Hem geleni geçeni izliyor hem de kahvaltı yapıyorum. Kimse bana bakmıyor, sadece ben onlara bakıyorum. Bu arada sürekli su içmeniz gerekiyor bu havada yürüyorsanız. İçiyorum içiyorum bana mısın demiyor. Kaç şişe su içtim hatırlamıyorum bile şu ana kadar.
Gerçekten çok enteresan bir semtmiş burası ve oldukça da büyük bir alana yayılmış. Çok karakteristik bir yer. Malezya’ya gelenlerin kesinlikle atlamaması gereken bir yer. Hintliler, Çinliler ve Malaylar karışık yaşıyor. Parsellemişler semti. Bir bölümü Little India (Küçük Hindistan) olarak isimlendiriliyor zaten. O kısma girdiğiniz zaman pislik ve koku hemen başlıyor. Krishna heykelleri, sahte guru posterleri, hediyelik dükkanı kaynıyor her yer. Kolum kadar kalın tütsüler yakmışlar etrafta. Baharat kokusuyla birlikte, sinmiş etrafa iyice.
Burada Muntri isminde bir hostelde kaldım ilk gün ama beğenmedim. Bildiğinden şaşmayacaksın. Bildiğim güzel bir hostel vardı, önünden geçmeme rağmen içeri girmeyip, bilmediğim saçma bir yere girdim ama olan oldu artık.
Çıkıp sokaklarda dolanmaya başladım. Yürüyorum, fotoğraf çekiyorum. Fotoğraf dernekleri tur düzenleyebilirler Penang’a bence. Farklı kültürler, mimari, özgün portreler, sokak yaşamı teması bitmez burada. Baktığınız her yer, bir fotoğraf karesi.
Akşama kadar sokakları dolandım. Gündüz sıcağı yordu biraz. İnanılmaz bir motorsiklet nüfusu var. Karınca gibiler. Her yerden fırlıyorlar. Araba sayısı da çok fazla fakat korna hala yok. Burada insanların suratı asık ama. Hiç gülümseme yok neredeyse. Hintliler zaten bırak gülümsemeyi ters ters bakıyorlar insana. Biriyle tartışacaktık hatta neredeyse. Hintçe bir şeyler söyledi ama düzgün bir şey söylemediği belli, ben de Türkçe karşılık verince öyle boş boş baktı bir an, sonra kafasını çevirip gitti.
Sokak aralarında acayip kasaplar var. Domuzların derilerini acımasızca yüzüyorlar. Koca koca butları fırlatıyorlar sağa sola. Sayısız dükkan sokak sokak dağılmış. Hint ve Çin lokantaları, pansiyonlar, acenteler, hediyelik eşya dükkanları, hatta hırdavatçılar, ne olduğunu ne iş yaptığını anlayamadığım dükkanlar, antika eşyalar satanlar, komisyoncular, sayısız motorsiklet, sırt çantalı turistler, akşamüstleri ise herkes kendisini dışarı attığı için, fena hareketleniyor semt.
Bu arada, Georgetown’ın simgelerinden bir tanesi de, burada yaşayan bir sanatçının yaptığı işler. Semtin duvarlarında, metal çubuklardan tasarladığı çok sayıda keyifli karikatürize çalışmalar bulunuyor. Gerçekten çok keyifli ve başarılı bence.
Bir ara, ara bir sokağın önünden geçerken, bir kalabalık gözüme çarptı. Karşılıklı 2 küçük tezgah var, ikisinin de önü ana baba günü. Buzlu bir yiyecek yapıyorlar. Ne olduğunu anlamak için sokuldum. ‘‘Chendul’’ diye bir şey. Millet deli gibi yiyor. Tezgahların önüne, Asyalı ünlüler Chendul yerken çekilmiş fotoğraflar asmışlar. Plastik kapların içerisine, renkli küçük şekerlemelere benzeyen minik meyveler koyuyor ve üzerine de bizim pilakiye bezeyen kahverengi bir şeyler ekliyorlar. Sonra derin bir kepçeyle, Hindistan cevizi sütü ekliyorlar. Tabii bu arada süt, kabın sağına soluna akıyor, öyle özenme falan yok doldururken; buna vakit yok. Millet kuyrukta sabırsızlıkla bekliyor. Bir de yeşil spagetti gibi görünen bir şey ekliyorlar kabın içerisine, ardından rendelenmiş buz basıyorlar. Çok lezzetli gerçekten. Tabii yemeden önce, orada ayakta dikilmiş bir gence, içinde neler olduğunu sordum. Bendeki de cesaretmiş yalnız. Yağız bir Hintliden, yemek tavsiyesi alıyorum.
Akşam bir binanın üzerinde, boydan boya yapılmış çok güzel bir duvar çizimi gördüm. Fotoğraflamak istedim fakat lens değiştirmem gerekiyordu; üşendim bir an için lens değiştirmeye, durup bir 10 saniye düşündüm. Lensi değiştirirken, makinayı elimden düşürdüm, lensim maalesef kırıldı. Nasıl düşürdüğümü anlayamadım aslında, bir anda yerde gördüm sadece. O esnada yanımdan asyalı bir bayan geçiyordu. Bir anda onun çığlık attığını duydum sadece. Lensin yere fırlayan kapağını alıp bana doğru uzattı. Benden daha çok üzüldü kadıncağız. Makine açılıyor ama deklanşör çalışmıyor. Neyse ki 135 mm manuel lens takılı değildi. O lens kırılsaydı daha fazla üzülürdüm.
Pansiyona gidip uyudum. Sabah kalkıp otobüs bileti alacaktım ama otobüsü kaçırmışım birkaç dakikayla. Ne yapacağıma karar vermek için aşağı inip internete girdim. O sırada Yeni Zelandalı bir çocuk gelip masama oturdu. Türk olduğumu öğrenince çok mutlu oldu çünkü çok seviyormuş Türkiye’yi. Özellilke de Güneydoğu Anadolu bölgesini, oradaki insan ve coğrafya dokusunu çok sevmiş.
Burası bana uğursuz geldi diye düşünüp, mümkün olduğunca çabuk ayrılmaya karar verdim. Dışarı çıkıp yürürken, Çinli bir turist kız gurubuyla karşılaştım. Limanın ne tarafta olduğunu sormak istedim birine. Acayip bir heyecan yaptı aniden, acaba dayanılmaz karizmam karşısında mı böyle bir hale geldi diye düşünüyorum ama bana bile inandırıcı gelmiyor tabii; yardım edemem size diyor sürekli heyecanla. Yanlış bir şey mi yaptım diye ben de şüpheye düştüm bir an. Temiz görünümlü, temiz giyimli bir turist grubu işte. Hani bir şeyleri rahatlıkla sorabileceğin türden. Sorun değil, sakin ol diye, başkasına sorarım diyerek yürümeye devam ederken, 2 taksiye doluşmuş bir şekilde yanımda durdular. Öndeki kız kafasını pencereden uzatıp, limanın birkaç yüz metre ilerde olduğunu söyledi, ardından da hepsi bir kahkaha patlatıp el sallamaya başladılar. Valla biz de çok içtik zamanında ama kafamız hiç bu kadar iyi olmamıştı.
Otobüs akşam 21.00 de. Şu an sabah 9. 30. Çoğu dükkan hala kapalı. Böyle vakit geçmez. Bir taksiye atlayıp, önceden bildiğim hostele geldim. 3 dolar verdim. Taksiciye gelip beni 19: 30 da tekrar almasını söyledim. Otogar için 8 dolara anlaştım….Bir yatak kiralayıp eşyalarımı bıraktım odaya. Burası çok güzel ve temiz. Çinli bir adam işletiyor ve çok iyi bir işletmeci. Üstelik çay, kahve sınırsız.
Bir duş alıp rahatladım. Lobi kısmı çok ferah ve yüksek tavanlı; süper ışık alıyor ve içerde çok güzel bir esinti var tavandaki fanlar sayesinde. Hostelin girişine küçücük bir bar yapmış adam. Küçük lobinin bir köşesine de mermer bir havuz yapmışlar, içinde Koi balıkları yüzüyor. Çok güzeller ama çok ürkekler. O kadar ürkekler ki, o ürkeklikleri, onları bir o kadar daha güzel yapıyor.
Dışarı çıkmaya hiç niyetim yok, daha iyi hissediyorum şimdi bu hostelde. Dışarıya çıkmayıp, orada zaman geçirmek istedim. Bir anda acayip bir sağanak bastırdı, etraf mis gibi oldu.
Akşam taksi şoförü tam vaktinde kapıda belirdi. Otogarda inip, biletime onay verdirmek için üst kata çıktım sonra aşağı katta otobüsü beklemeye başladım. Ortada kimseler yok. O sırada sırt çantalı genç bir alman bir çift geldi. Kuala Besut’a gittiklerine göre Perhentian adasına gidiyorlar. Otobüs gelince hepimiz biraz rahatladık, 2 katlı gayet güzel bir otobüs. Malezya’daki ilk otobüs yolculuğum olacak fakat otobüslerin genelde çok iyi olduğunu okumuştum. Koltukları gerçekten çok geniş ve neredeyse tamamen yatıp yatak gibi oluyorlar. Üst katın en önünü vermişler üçümüze de. Bu ülkede her yere otobüs ile gidebilirsiniz. Fiyatları da uygun. 15 dolara 10 saatlik bir yolculuk yapabiliyorsunuz.
Yolculuk esnasında bir ara ürpererek uyandım. Donmuşum soğuktan. Adamlar köklemişler klimayı sonuna kadar. Buralarda da adet böyle. Bunu bildiğim için yanımda yün içlik getirmiştim. Onu giymeme rağmen, üşümemi kesmedi. Yanınıza polar tarzı kapşonlu bir şeyler alırsanız yolculuklarda rahat edersiniz.