Müşfik Kenter: Sevgiyle Gerçekleşen Bir Mucize
Yer Datça. Arkadaşımın daveti üzerine, hem ziyaret, hem “Bolkarların Sessiz Çığlığı, Anadolu Tarbaz Ağıtları” kitabımın, tanıtım, imza ve söyleşisi için yola koyuldum. Datça’ya giderken böyle bir hikaye ile karşılaşacağımı nereden bilebilirdim. Önce imza ve söyleşimizi yapıp ardından Datça’yı keşfe çıktık. Datça’nın meşhur rüzgarı, iskele mahallesine saptığımızda bizi deniz kokulu bir evin kapısına çıkardı. Burası, Türk tiyatrosunun en naif sesi Müşfik Kenter’in, oğlu için kurduğu sığınaktı.
Arkadaşım, İskele Mahallesi Kargı Yolu üzerindeki bu evin durumu hakkında bilgi verdi. Kıyı Kanunu çıkmadan önce yani sahil şeridi tam olarak imara kapatılmadan önce ruhsatlandırılmış. Datça’da denizle arasında yol geçmeyen veya denize bu kadar yakın olup da tapulu ruhsatlı nadir mülklerdenmiş. Hatta ilk ve Emsalsiz. SesSiz mi sessiz, naif mi naif… Hayıtbükü’nde. Hayıtbükü, etrafı sarp dağlarla çevrili, rüzgara kapalı ve göl kadar durgun bir koy. Sahili ince kumlu, denizi ise sığ ve berrak. Kıyı boyunca dizilen mütevazi pansiyonlar ve dut ağaçlarının gölgelediği masalar, buraya huzurlu bir balıkçı kasabası havası katıyor.
Ve burada yaşanan tam bir dramdan kısaca söz etti. Müşfik Kenter’in sesine yansıyan o gizemden…Ve gözlerinde Datça’nın mavisi ile İstanbul’un mavisinin hasreti ve hüznünden…
Müşfik Kenter, 1932’de Diplomat bir baba ve İngiliz bir annenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluk ve eğitim yıllarını Ankara’da geçirmiştir. Ankara Devlet Konservatuarı’nı bitirdikten sonra ablası Yıldız Kenter ile İstanbul’a yerleşmiş ve burada Türk tiyatrosuna yön veren Kenter Tiyatrosu’nu kurmuş, sayısız oyunda rol almış ve karakteristik sesiyle seslendirme sanatına damga vurmuştur. Devlet sanatçısı unvanına sahip olan usta oyuncu, aynı zamanda uzun yıllar konservatuarda dersler vererek pek çok sanatçı yetiştirmiştir. Yeri doldurulamaz.
Seslendirme sanatı demiştim ya, Alf: 80’li ve 90’lı yıllarda TRT’de yayımlanan unutulmaz uzaylı karakter. Çocuklarımla birlikte bize unutulmaz anlar yaşattı. Oğlum taklidini yapardı. Kung Fu Panda: Film serisinin ilk halkasında Usta Shifu karakteri. Piano Piano Bacaksız: Filmde hikayeyi anlatan dış ses mükemmeldi. Ve Orhan Veli: “Bir Garip Orhan Veli” oyununda 30 yılı aşkın süre şairin şiirlerine ses vermişti ve müthiş keyif alarak izledik…
Evet, eve şöyle bir baktım, döndüm denizin sesini dinledim. Sahne ışıklarının altındaki o dev adamın, Müşfik Kenter’in neden burayı seçtiğini anlamak zor değil. Burası sadece bir ev değil; dünyadan saklanan bir sevgi kalesi gibi… Aslında, evin sahile sıfır olması, benzersiz olması değil, “sadakatin ve özenin bir ödülü.” Zaten, Müşfik isminin anlamı, “şefkat” değil mi…
İstanbul’da alkışlar koptuğu sırada, Müşfik Kenter’in aklının hep bu kıyıda, oğlunun yanında olduğunu hayal ettim. Hafta sonu geldiğinde, tiyatronun tozunu, Datça’nın maviliğinde yıkar, kelimelerini sadece oğlu için fısıldardı. Oğlu babasının sesini duyduğunda belki konuşamıyordu ama aralarındaki bağ, kelimelere ihtiyaç duymayacak kadar derindi. Oğlunun o sessiz dünyasına, babasının o şefkatli sesi can suyu olurdu belkide…
Müşfik Kenter’in o kadife sesiyle oğluna kitaplar okuduğunu, denizin kokusunu ona anlattığını ve birlikte ufka baktıklarını düşünmek insanın içini titretiyor. Tıp dünyasının ‘yaşamaz’ dediği oğlu, babasının sevgisi ve Datça’nın şifalı havasıyla 46 yıl direndi hayata. Evin duvarlarında hala o sessiz ama dirençli mücadelenin, bir babanın evladı için kurduğu o huzur dolu dünyasının izleri var.
Müşfik Kenter’in o şefkatli ruhu oradaydı. Akşam Datça’nın üzerine ince bir tül gibi serilirken deniz ağır ağır kararırdı. Müşfik Kenter oğlunun elini tutar, parmaklarının arasından geçen zamanı dinlerdi. Sözcükler, alkışlar, kalabalıklar geride kalmıştı; geriye yalnızca nefes, sabır ve sonsuz bir şefkat kalırdı. O an, bir baba kalbinin sahneye dönüştüğünü bilirdi. Perde yoktu, seyirci yoktu ama hayat, en gerçek oyununu usulca sürdürüyordu. Alkışsız, perdesiz bu küçük dünyada, bir baba ile bir oğul, hayatın en gerçek oyununu birbirine tutunarak yaşardı. Öyle ki, oğlu bu dünyadan göçtüğünde, Müşfik Usta bu boşluğa üç ay dayanabildi. Sanki birbirlerine söz vermişlerdi; biri olmadan diğerinin nefesi eksik kalacaktı…
“Unutulmamalı ki; gözleri güzel yapan rengi yada boyası değil, bakışların ta kendisidir.” der Müşfik Kenter. Shakespeare’in dizelerini, Nazım’ın mısralarını, Brecht’in keskin cümlelerini öyle bir incelikle taşırdı ki sahne, onun varlığıyla başka bir boyuta geçerdi. Anlatırken sadece söz söylemez; o söze ruh, o ruha zaman, o zamana da kalıcılık katardı. Ölümünden sonrada, ardında bıraktığı o benzersiz sahne ışığının hala karanlığa meydan okuduğunu biliyoruz.
İstanbul’a en güzel şiiri Orhan Veli yazdı, “İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı.” En duygulu ve yürekten ise, Müşfik Kenter okudu, o kadife sesiyle. Her dinlediğimde alır beni götürür İstanbul ve puslu anılarıma…
İstanbul’u Dinliyorum
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç dinmeyen çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin kapalı çarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum…