Hissedilemeyen Tehlike

FOTOGRAFLAR: SYL LEBAR

Son yıllarda düşüncelerin kaynağı ve fonksiyonları hakkında çok sayıda çalışmalar yapılıyor. Fakat tahmin edersiniz ki bu konuyu incelemek çok zor. Örneğin beyin, inanılmaz derecede karmaşık yapısı ile hala bütün gizemini koruyor. Elbette bunun en büyük sebebi bilim dünyasının kırıp geçemediği yaklaşım biçimleridir. Düşüncelerin kaynağı ve beynin fonksiyonları konusunda bilim dünyası ile xiu-lian dünyası farklı bakış açılarına sahiptir.

Bununla birlikte, bilim dünyası maddenin yok olmadığını ispat etmiştir. Zaten maddenin en önemli niteliği, yok olmamasıdır. Bir maddenin dış yüzeyi yok olsa bile mikroskopik parçacıkları yok olmaz. Bu bilimsel bir gerçektir aynı zamanda. Maddenin sadece göz ile görülen yüzey kısmının yok olması onun tamamen yok olduğu anlamına gelmez. Moleküller yok olsa bile atomlar, protonlar, quarklar vs gibi daha küçük parçacıklar ve parçacık düzlemleri hala var olmaya devam etmektedir.

Peki o zaman aynı şey maddesel bir varlık olan insan düşünceleri için de geçerli değil midir? İnsan düşünceleri de bir madde olduğuna göre, o da yok olmaz ve var olmaya devam eder. Her madde belirli bir enerjiye sahip olduğundan dolayı düşünceler de belirli miktarda enerji taşımaktadır fakat taşıdığı enerji düşünüldüğü kadar güçlü değildir ve insanları domine etme yeteneğinden yoksundur.

Moleküllerin enerjisini veya düşüncelerin enerjisini hissedemiyor olmamızın en önemli nedeni onlarla aynı düzlem içerisinde yaşıyor olmamızdır. Enerji ölçen cihazlar bile moleküllerden oluştuğu için bunu tam anlamıyla anlamak bizler açısından zordur.

Bu perspektiften bakacak olursak, eğer bir kişi kötü düşünceler taşıyorsa – yok olmayan bu maddeler – elbette ki yavaş yavaş birikecektir. Hatta o kişinin kendi düşüncelerini ve davranışlarını dahi etkilemeye başlayacaktır çünkü kişinin vücudunun etrafında giderek yoğunlaşan bir katman haline geleceklerdir. Eğer kişiye öğretilen şeyler yanlış bir temel üzerine kurulmuş ise, kişi bunları daha en başından itibaren gerçek olarak algılayacağı için bu durum aslında çok acınacak bir durumdur.

İnsan toplumunun giderek yozlaşmasının doğurduğu en büyük tehlike budur, çünkü yozlaşma bir anda gerçekleşen bir şey değildir ve uzun bir süreç gerektirir. Yozlaşma devam ettikçe, insanlar doğal olarak daha da bozuk bir toplumda doğmaya başlayacak ve doğdukları andan itibaren yanlış  kavrayışlara sahip olacaklardır. Artık doğru ile yanlış birbirine girmiştir. Bu noktadan itibaren geriye dönüş artık imkansızdır ve yozlaşma süreci artan biçimde hızlanır. Çünkü orijinal düşünme biçimleri ve konseptler artık yoktur, yok olup gitmiştir. Bu durum yaşamın her alanı için geçerlidir. Giyim kuşamdan tutun, yediğimiz şeylere kadar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun artık bilinmiyor olması, insanoğlu için olabilecek en büyük tehlikedir.

Örneğin bizler bazı hareketlerimizin veya duygularımızın kendi öz doğamız olduğunu düşünürüz. Benim karakterim böyle ne yapabilirim ki deriz. Aslında durum böyle olmayabilir. Davranışlarımız, karakterimiz ve düşüncelerimiz gerçek doğamızı yansıtmıyor olabilirler çünkü onlar aslında doğumdan sonra bozuk toplum içerisinde edinilmiş olan şeylerdir. Bozulmuş bir toplum içerisinde edinmiş olduğumuz bu kanılar, davranışlarımızı belirleyen bir faktör veya bir madde katmanı haline gelmiştir. Tabii ki bu durum trajiktir, çünkü kişinin gerçek doğasını örten bir tabakadır o aslında. Dolayısıyla, bir insanın kendi düşüncelerinin dışına çıkması ya da kendi doğrularından vazgeçmesi çok zordur. Kişi artık kendisi değildir ve yanlış düşüncelerin kontrolü altındadır.

Yanıt Ver

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.