Tevazu’dan Kibre Giden Yol…

Tevazu, kelime anlamıyla yalın olmak gösterişsizlik ve alçak gönüllülüktür. Spiritüel anlamda hiçliğin farkında olmak, algısal anlamda onu anlayabilmektir. Teorik ve kelime anlamında bunu hepimiz biliyoruz. İş bunu yaşam biçimimizde, pratikte uygulamaya gelince bocalıyor ya da zorlanıyoruz. Çoğu zamanda kendimizde bulunan maddi ve manevi değerlerden yoksun olan kişilere karşı haksızlık yapmama, mevki ya da mal varlığı ile kendimizi diğerleri ile kıyaslamama konusunda o kadar hassas olamıyor, içimizde güdüsel olarak hep bir adım önde olduğumuz ya da karşımızdakinden daha iyi olduğumuz duygusu taşıyoruz. Alçakgönüllü olmak, ne zaman yardım isteyeceğinizi, ne zaman başkalarının bilgeliğini kabul edeceğinizi ve ne zaman işbirliği yapacağınızı bilmek demektir.

Bizlere tevazunun diğer insanlara eşit davranmanın ve yapılması gereken doğru şey olduğuna inandığın için onlara yardım etmenin, karşılığını veremeyecek kişilere yardım edebildiğin zaman alçak gönüllü olmanın öğrenileceği söylenir. İhtiyaç sahibi insanlara yardım etmek sahip oldukların için daha da müteşekkir olmanı sağlayacaktır denir. Oysa bunda da bir kibir saklıdır. Kendini iyi hissetmek! Kendinden emin, şefkatli, hoşgörülü ve alçakgönüllü olabilir misin? Evet yapabilirsin. Ne yazık ki, liderlik tartışmalarında alçakgönüllülük genellikle göz ardı edilir. Ve yine de en güçlü erdemlerden biridir. Kendine güvenen ama alçakgönüllü olan birçok kişi vardır.

Kişisel alçakgönüllülük, yüksek performansın kritik bir yönü olarak kabul edilen bir özelliktir. . Ne yazık ki, alçakgönüllülük veya gerçek alçakgönüllülük, çoğu zaman saldırganlık eksikliği olarak etiketlenir. Alçakgönüllü olmak, karşınızdaki kişiyle ilgili herhangi bir yargıyı bir kenara bırakarak herhangi birinden öğrenmeye istekli olmaktır. Kibir, daha iyi bildiğim inancıdır. Kibir, başkalarının masaya getirdiklerini gölgede bırakabilecek bir şeye sahip olduğum inancıdır. Kibir, geri bildirim ve desteğe ihtiyacım olmadığı inancıdır.

Bir zamanların ünlü tragedyalarının da baş konusudur kibir. Küstahlığı, şiddeti, kontrolsüzlüğü, pervasızca övünmeyi, kendini aşırı beğenmeyi ve en çok da insanın yaptıklarıyla gururlanmasını eleştiren tragedyalarda kibrin cezasını, Yunan mitolojisindeki ilahi intikam tanrıçası olan Nemesis verir. Kaderin vücut bulmuş hâlidir Nemesis. Aşırı gurur ve kibrin ardından büyük felaketleri getiren adaletin ve kader ritminin simgesidir bir bakıma.

Bugün bile hâlâ tüm kutsal kitaplarda, tıpkı Dante’nin affedilmez günahlar listesinde olduğu gibi kibir, ilk sırayı özünden aldığı gurur ve hırsla göğüslemeye devam eder. Öyle ki, “Övünmeniz yersizdir,” diye yazar İncil’de. “Azıcık mayanın bütün hamuru kabarttığını bilmiyor musunuz? Yeni bir hamur olabilmek için evvela eski mayadan arınıp temizlenin! Bunun için kibrin ve öfkenin mayasıyla değil, içtenliğin ve alçakgönüllülüğün mayasız ekmeğiyle bayram edin!” Öte yandan, “İçinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin!” diye seslenir Tanrı, Kur’an-ı Kerim’de. “Zira kibirlenenlerin dönüp gidecekleri yer ne çirkindir!”

William Shakespeare de Macbeth adını verdiği eserinde uzun uzun işlemiştir kibri ve onunla birlikte yükselen gururlanma günahını. Ana karakterin, kibirli tutumu nedeniyle hata yapıp felakete sürüklenmesini anlatan bir oyundur bu. Tıpkı Yunanlar’ın Nemesis’i gibi, Shakespeare’in de ilahi intikam için yaratılmış cadıları vardır hikâyede.
Önemli olmaya ya da başkaları tarafından önemsenmeye ya da kendimizi aşırı sevmeye harcadığımız enerjiyi daha insani köprüler kurmak için kullanalım derim ben. Ve her ne olursa olsun zaman zaman şöyle bir duraksayıp, içimizdeki Nemesis’e bir parça olsun kulak vermeyi deneyelim. Zira bir Yunan Tanrıçası asla yalan söylemez.

Yeryüzündeki tüm zıddiyetlerin, öfkelerin, yanlış anlaşılmaların, kıskançlıkların, hırsların, inatların ve şüphelerin gönlünüzden uzak kalması dileğimle; yüce Nemesis hepimizi bütün bu beşerî kasırgalardan koruyup kollasın! Şu dünyadaki en büyük yalnızlıklar da kendi kendimizle verdiğimiz mücadelede başlıyor belki de. Antik Yunan düşüncesinde büyük yer tutan ve insanı suç işlemeye iten kibir, bir vakitler Shakespeare’in de ilgisini cezp etmiş ve bunun sonucunda ortaya Macbeth gibi unutulmaz bir karakter çıkmıştır.

Bir anda, bütün bu dünyayı kazanıverse insan;
Zaman denizinin bir kumsalı olan şu dünyayı…
Ne ki bu işlerin daha buradayken görülüyor hesabı.
Verdiğimiz kanlı dersi alan, gelip bize veriyor aldığı dersi.
Beni mahmuzlayan tek şey, kendi hırsım.
O da bir atlayış atlıyor ki atın üstüne,
Öbür tarafa düşüyor, eğerde duracak yerde…

Zaman zaman, acaba hubris denilen bu kibri, bu kötücül hayâsızlık tohumunu içimize salıveren dürtü nedir diye düşünüyorum. Aşkla, tutkuyla ve alçakgönüllülüğün verdiği berraklıkla yaşamak, üretmek varken, hayatlarımızı hırsın ve kibrin rengine boyamak niye? Değil mi ki yaşamak, bir zandan ibarettir özünde. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, yeni bir yol açtığımız yok aslında. Bizden evvel yürünmüş, tamam edilmiş bütün o yollar için böbürlenmek yersiz. Her şey bir düş, birkaç görüntü belki. Evren, kocaman bir hikâye kitabı ve bizler o hikâyenin satır aralarında minik, miniminicik birer huruf zerresi…

Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.